25 Ekim 2014 Cumartesi

Ruhlar Evi



"Anneme, büyükanneme ve bu öyküdeki bütün olağanüstü kadınlara."

Ruhlar Evi (1) bu sunuşla başlıyor. Sonra Pablo Neruda'dan bir alıntı var:

"İnsan dediğin kaç zaman yaşar sonunda?
Bin gün müdür yaşadığı tek gün mü yoksa?
Bir haftacık mı? Yüzlerce yıl mı?
Kaç zaman sürer kişinin ölmesi?
Ya sonsuzluk, onun anlamı ne?"

On dört bölümün ilki "Güzeller Güzeli Rosa". Kitabın ilk cümlesi "Barrabas bize denizden geldi, diye yazdı Clara adındaki çocuk, o güzel, çıtkırıldım yazısıyla." Romandaki olağanüstü kadınlardan, üç beyazdan birini böylece tanımaya başlıyoruz. Büyülü bir dünyanın, gerçeğe hiç de uzak olmayan kapısı böyle açılıyor.

Öykünün olağanüstü kadınlarından üçünün ayrı bir yeri var. Üç beyazın, temizliğin ve iyiliğin simgeleri Clara'nın, Blanca'nın ve Alba'nın. Anlatılan ana öykü Esteban Trueba'nın, nişanlısı Rosa'yla evlenmek için zengin olmayı kafasına koyan ve çabalarına bir madende başlayıp büyük bir çiftlikte başarıya ulaşan genç bir adamın uzun yaşamına dayanıyor. Romanın ana kahramanının Şili ve onun 20. yüzyıldaki değişim süreçlerinde acılar içinde varlıklarını sürdürmeye çalışan çileli insanları olduğunu söylemek de yanlış olmaz.

İyi bir öykü, yalnızca kişilerin sınırlı bir zaman dilimine sıkışmış yaşamlarını anlatmakla kalmaz, yaşadıkları dünyayı ve içinde bulundukları dönemi de en azından sezdirir, bir tarih kitabında bulunandan çok farklı bilgilerle yeni sayfalar açar. Anlaşıldığı sanılan gerçekleri ince ayrıntılarla örer, alışılmadık yönlerde kapılar açar, ışık tutar.

Ruhlar Evi, her satırı ilgiyle ve yeni anlamlar bularak okunan başarılı ve önemli bir roman olarak kalmıyor, kitabın arkasını da adeta gizlice yazıyor. Gerçekliğin özgün bir yansımasını büyülü dünyasında kurabilmiş olmanın çok ötesine geçiyor. Yaşamın, toplumsal ve bireysel ilişkilerin, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş sistemlerin ve içinde bulundukları değişim sürecinin öyküsü
oluyor.

....



Kitabın arkasına açılan kapıda kuşkusuz yazarın soyadı önemli bir ipucu veriyor. Isabelle Allende'yi duyunca Salvadore Allende'yi akıldan geçirmemek olanaksız. Ruhlar Evi'ni epey sonra okudum. Ama adıyla karşılaştığım ilk andan başlayarak yazarın kim olduğunu merak ettim. O dönemlerde bilgiye ulaşmak bu denli kolay ve hızlı olmadığı için günlük yaşamın akışı içerisinde araştırmayı hep erteledim. Bu yüzden Isabelle Allende'yle geç tanıştım.



Isabelle Allende, birinin biyografisini yazmayı tuhaf buluyor, kısa yaşam öykülerinin yalnızca bir tarihler, olaylar ve başarılar listesi olduğunu söylüyor. "Yaşamımla ilgili en önemli olaylar gerçekte yüreğimin gizli odalarında yaşandı ve bunlara bir biyografide yer yoktur" diyor. En önemli başarılarının kitapları değil, birkaç kişiyle, özellikle de ailesiyle, paylaştığı sevgi ve başkalarına yardım etmeye çalışarak geçtiği yollar olduğunu ekliyor. "Gençken sık sık umutsuzluk duygusuna kapılıyordum, dünyada pek çok acı vardı ve bunları hafifletmek için yapabileceklerim pek azdı. Şimdi geriye dönüp yaşamıma bakıyor ve en azından bir fark yaratabilmek için çaba harcamadığım pek az günüm olduğunu görerek kendimi iyi hissediyorum" notuyla yaşam öyküsünü sunuyor. (2)



Şili'li yazar Isabel Allende 1982'de yayımlanarak büyük satış başarısı yakalayan ilk romanı Ruhlar Evi'yle dünya çapında tanınmış. Ölen büyükbabası için bir veda mektubu niteliği taşıyan kitap Isabel Allende adını duyurmakla kalmamış, Latin Amerika'nın erkek ağırlıklı edebiyat dünyasında feminist bir güç olarak ona yer sağlamış.



Daha sonra aralarında Aşk ve Gölgeler, Eva Luna, Eva Luna'nın Öyküleri, Sonsuz Plan, Kaderin Kızı, Sepya Portre, genç okuyucular için bir üçleme (Canavarlar Kenti, Altın Ejder Krallığı, Pigmeler Ormanı), Zorro, Sevgilim Ines, Denizin Altındaki Ada ile kurgu dışı edebiyatta tariflerin ve denemelerin nükteli bir derlemesi olan Aphrodite - Afrodizyak Yazılar Afrodizyak Yemekler ile anı kitapları Yüreğimdeki Ülkem, Allende'nin kızının hastalığı ve ölümüyle birlikte kendi yaşamını da anlattığı Paula ve Günlerimizin Toplamı bulunan yirmiden fazla kitap yazmış. Son kitabı Kesici bir polisiye romanmış.

Türkçe'de Ruhlar Evi dışında Maya'nın Günlüğü, Aphrodite - Afrodizyak Yazılar Afrodizyak Yemekler, Günlerin Getirdiği, Denizin Altındaki Ada, Canım Sevgilim Ines, Zorro, Yüreğimdeki Ülkem, Kaderin Kızı, Sonsuz Düzen, Paula, Eva Luna Anlatıyor, Eva Luna, Eva Luna Anlatıyor ile çocuk kitapları Pigmeler Ormanı, Altın Ejder Krallığı ve Canavarlar Kenti yayımlanmış. Kitapları ve yaşam öyküsüyle ilişkili bilgilere kolayca ulaşılabiliyor:

Isabel Allende doğdu, 1942.

"Isabel Allende, 1942 yılında Peru'nun başkenti Lima'da doğdu. Ancak birkaç yıl sonra ailesi Şili'ye göç etti. Isabel Allende, amcası, Şili Devlet Başkanı Salvador Allende'nin 1973'te öldürülmesinden iki yıl sonra kocası ve çocuklarıyla birlikte Venezuella'ya sığınmak zorunda kaldı. 17 yaşında gazeteciliğe başlayan Allende, bir süre sonra San Francisco'ya yerleşti, ABD'nin önde gelen üniversitelerinde edebiyat dersleri verdi. 1982'de yayınlanan ilk romanı Ruhlar Evi'ni, 1984'te Aşktan ve Gölgeden, 1985'te Eva Luna adlı romanları, 1989'da Eva Luna Anlatıyor adlı öykü kitabı izledi. Sonsuz Düzen adlı romanı 1991'de, Paula 1994'te, Kaderin Kızı 1999'da, Sararmış Bir Fotoğraf 2000'de, Yüreğimdeki Ülkem 2003'te yayınlandı. Allende 2002-2004 yılları arasında Canavarlar Kenti, Altın Ejder Kenti ve Pigmeler Ormanı adlı romanlardan oluşan gençlik üçlemesini kaleme aldı. Türkiye'de tüm yapıtları Can Yayınları arasında yer alan Allende, hemen tüm öykü ve romanlarında gerçekçi bir anlatım ve siyasal bir yaklaşım ile büyülü gerçekçiliğin gerçeküstücü geleneğini ustaca kaynaştırdı." (3)

Allende'nin tümü anadili İspanyolca'da yazılmış kitapları 35'ten fazla dile çevrilmiş, 60 milyondan fazla satmış. Çalışmaları, önemli tarihsel olayları ilgi çekici öykülerle dokuyarak okuyucuları hem bilgilendiriyor, hem eğlendiriyormuş. Kitaplarında anlattığı olayların geçtiği yerler arasında on beşinci, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca Şili, 1960 Venezüella'sının gerilla hareketi, Vietnam Savaşı ve 18. yüzyılda Haiti'deki köle ayaklanması bulunuyormuş. Son otuz yılda çok sayıda uluslararası övgü ve ödül kazanan Allende çalışmalarını, kökleri düşgücünü zenginleştiren olağandışı yetişme koşullarına ve mistik insanlara dayanan "gerçekçi edebiyat" olarak niteliyormuş. Yazdıkları onun feminist görüşlerinden, toplumsal adalete bağlılığından ve yaşamını biçimlendiren sert politik gerçeklerden aynı oranda etkilenmiş. 1960'ların sonları ve 1970'lerin başlarında Şili televizyonu ve dergilerinde önemli bir gazeteci olan Allende'nin yaşamı, General August Pinochet 1973'te Şili'nin sosyalist reform hükümetini deviren bir darbeye önderlik edince tümüyle değişmiş. Allende'nin kuzeni olan Şili'nin üç yıl önce seçilmiş başkanı kuzeni Salvadore Allende darbe sırasında ölmüş. Pinochet rejiminin acımasızlığı ve baskıcılığı kısa sürede görülmüş. Allende rejim kurbanlarına yardım eden gruplara katılmış. Sonunda Şili'de kalmanın onun için de tehlikeli olduğunu anlayınca 1975'te eşi ve iki çocuğuyla ülkeden kaçmış. Sonraki 13 yıl boyunca ailesiyle birlikte Venezüella'da sürgünde yaşamış.

1981'de Allende hala Şili'de yaşayan sevgili büyükbabasının ölmekte olduğunu öğrenmiş. Onların evindeki yaşamıyla ilgili çocukluk anılarını öyküleştirdiği bir mektup yazmaya başlamış. Dedesi mektubu okuyamadan ölmüş. Ama mektup, 40 yaşındayken onun yazarlık yaşamını başlatacak olan "Ruhlar Evi" kitabı için temel olmuş. Roman, 1920'lerle 1973'teki askeri darbe arasındaki dönemde Şili'de yaşayan iki ailenin yaşamlarını ayrıntılandırıyormuş. Hem bir aile destanı, hem de politik bir tanıklık olarak tanımlanmış.

Yazarlık işinin yanında Allende zamanının çoğunu insan haklarını savunmaya adamış. Kızının 1992'deki ölümünden sonra Paula'nın anısına kadınların ve çocukların korunması ve yoksulluktan kurtulması için dünya çapında bir yardım vakfı kurmuş. 1987'den beri ikinci eşiyle California'da oturuyormuş. Ama bir ayağı California'da, bir ayağı Şili'deymiş. (4)



Vakfın öyküsünü şöyle anlatıyor:

"Isabel Allende Vakfı'na 9 Aralık 1996'da kızım Paula Frias'ın anısı için başladım. Paula'nın 1992'deki zamansız ölümü beni çok üzmüştü. Öldüğünde yalnızca yirmi sekiz yaşındaydı, zarif ve akıllı genç bir kadın, ailemizin ışığı.

Kısa yaşamı sırasında Paula, Venezüella ve İspanya'daki yoksul bölgelerde gönüllü olarak çalıştı, bir eğitimci ve psikolog olarak kendini tümüyle işine verdi. Başkalarının sorunlarıyla yakından ilgilendi. Kuşkuya düştüğünde ilkesi hep en iyi nasıl yardım edebileceğini bulmak oldu. Onun yardım ve sevgi ideallerine dayanan vakfım, çabalarını sürdürmek amacıyla kuruldu.

Vakfın temel kaynağı onun ölümünden sonra yazdığım bir anı kitabı olan Paula'dan elde ettiğim gelirden oluşuyor. Bugüne dek Paula'dan etkilenen insanlardan sayısız mektup aldım." (5,6)

Isabel Allende yazarları iyi hırsızlara benzetiyor. Bir gerçeği aldıklarını ve bir büyü numarasıyla onu tümüyle tümüyle yeni bir başka şeye dönüştürdüklerini söylüyor. Yazmanın en iyi yanlarını gizli hazineler bulmak, unutulmuş olayların üzerine bir ışık tutabilmek, yorgun ruhları düş gücüyle canlandırabilmek, bir çok yalandan bir tür gerçek yaratabilmek olarak sıralıyor. Gerçeğin
ne olduğunu, nasıl yazar olduğunu, çocukluğunu ve başkaldırılarını, sürgün yıllarını, aşkı ve niçin yazdığını anlatıyor. Başlıklar, yazarın dünyasına açılan kapıyı aralıyor. (7)



GERÇEK NEDİR?

"Gerçek nedir? İnsanlar sık sık bana kitaplarımda ne kadar gerçek olduğunu ve ne kadarını benim yarattığımı soruyorlar. Her sözcüğün doğru olduğu üzerine yemin edebilirim. Olmadıysa bile kesinlikle olacaktır. Artık gerçek ve kurgu arasına bir çizgi çekemiyorum. Eskiden yalancı olduğum söylenirdi. Şimdi yaşamımı bu yalanlarla kazanıyorum, yazar olarak anılıyorum. Belki de
basitçe şiirsel gerçeğe tutunmalıyız."

"Kucaklamaların Kitabı'nda Eduardo Galeano'nun çok sevdiğim bir kısa öyküsü var. Bence bu, yazmanın olağanüstü bir metaforu."
(Hırsızlar, yaşlı bir adamın aşk mektuplarını çaldıktan sonra onları birer birer geri gönderiyorlar.)

"Yazarlar iyi hırsızlar gibidir. Gerçek olan bir şeyi, mektuplar gibi, alırlar ve bir büyü numarasıyla onu tümüyle yeni bir başka şeye dönüştürürler."

"İyi kurgu edebiyatı yalnızca öykünün etkileyiciliğiyle ortaya çıkmaz. Görünenlerin ötesinde saklı olanları araştırmak için bir çağrıdır."



NASIL YAZAR OLDUM?

"Yaşamım acılar, kayıplar, aşk ve anılar üzerine kurulmuş gibi görünüyor. Acı ve kayıp öğretmendir, beni büyütür. Aşk dayanmama yardım eder ve sevinç verir. Anılar tüm yazdıklarımın hammaddesidir."

"İkinci Dünya Savaşı sırasında doğmuşum. (Yaşıma göre iyi görünüyorum, değil mi? Epey çaba ve para gerektiriyor.)"

"Büyükbabamın üzerinde ancak tanrının olabileceği ataerkil bir ailede yetiştim."

ÇOCUKLUK VE BAŞKALDIRI

"Annem yalnızca güzel değildi, aynı zamanda çok kırılgandı ve hep ağlardı. En zayıf erkeğin bile kendini güçlü hissetmesini sağlaması onu çok çekici yapıyordu."

"İnsanlık tarihindeki en mutsuz ergendim. Kendimden nefret ediyordum."

"On dokuzumda evlendim, yirmi üçümde iki çocuğum vardı, yirmi beş sonsuz yıl boyunca evli kaldım. İlk on beş yıl mutluydu. Gerçekten aşıktık, iki harika çocuğumuz vardı, Paula ve Nicolas. Bir süre için her şey güzel göründü. Bir gazeteci olarak kariyerim başarılıydı, feminizm ve mizah konulu köşe yazılarım ve televizyon programlarımla tanınıyordum."

"Annemin ayak izlerinin peşinden gitmek üzere yetiştirilmiştim. Hatırlayın, elliler ve altmışların başlarıydı. Kişisel tutkularımı yok saymam, öfkemi kontrol etmem, hayal gücümü baskı altında tutmam, cinselliğimi yadsımam gerekiyordu. Hiçbir zaman pek böyle olmadı."

"Şili'deki gençliğim sırasında gazeteci olarak çalıştım, oyunlar ve çocuk öyküleri de yazdım. Her zaman yazar olmak istemiştim, ama o dönemde ve o çevrede bir kadın için bunun gerçekleşmesinin düşünülmesi bile zordu. Şili'de benim kuşağımın kadınlarının yaratıcı ve başarılı olmaları beklenmiyordu. Bu, erkeklerin işiydi. Bizler nazik hanımefendiler, iyi anneler, iyi eşler, iyi
yurttaşlar olmalıydık. Ama benim öykü anlatma deneyimim erken sayılabilecek bir yaşta başladı. Annem konuşmayı öğrenir öğrenmez kardeşlerime, günlerini terörle dolduran ve gece düşlerine giren hastalıklı öykülerle işkence etmeye başldığımı söylüyor. Daha sonra çocuklarım da bu süreçten geçti. Hatırlayabildiğim ilk zamanlardan beri öykü anlatıyordum ama kırk yaşıma kadar bir kurgu edebiyat yazarı olmadım. Kendime yeterince güvenim yoktu, bir aileye baktığım için çok yoğundum ve yaşamımı kazanmak için çalışmam gerekiyordu."

SÜRGÜN YILLARI



"Yaşamımın ilk bölümü 11 Eylül 1973'te sona erdi. O gün Şili de acımasız bir darbe oldu. Başkan Salvador Allende, demokratik bir seçimle gelen ilk sosyalist başkan, öldü. Birkaç saat içinde ülkemdeki demokrasi yüzyılı sona erdi ve yerini bir terör rejimi aldı. Binlerce kişi tutuklandı, işkence gördü, öldü. Birçoğu ortadan yok oldu ve cesetleri hiçbir zaman bulunamadı. Allende ailesi
kaçmak zorunda kaldı ve yurtdışında olanlar geri dönemedi. Ben, giden son kişiydim. Artık dayanamayacak hale gelene kadar kaldım, 1975'te eşim ve çocuklarımızla birlikte kaçtım."

"Venezüela'ya gittik, yeşil ve cömert bir ülke. Petrolün yükseldiği, siyah altının topraktan tükenmez zenginlik ırmağı gibi aktığı bir dönemdi. Ancak Venezüela'nın çekici yanlarını göremiyordum. Yurt özlemi beni felç etmişti, sürekli güneye bakıyordum, diktatörlüğün sonunun gelmesini bekliyordum. Sürgünün travmasının etkilerinden kurtulabilmem uzun yıllarımı aldı. Yine de şanslıydım. Beni umutsuzluktan kurtaracak bir şey buldum. Edebiyatı buldum. Açıkçası, her şeyi geride bırakarak yeni bir başlangıç yapmaya zorlanmış olmasam sanırım bir yazar olmazdım. Askeri darbe olmasa Şili'de kalacaktım. Gazetecilik yapmayı sürdürecektim ve sanırım mutlu bir gazeteci olacaktım. Sürgünde, edebiyat bana bir ses verdi. Anılarımı unutulmanın lanetinden kurtardı. Kendi evrenimi yaratabilmemi sağladı."

RUHSAL BİR MEKTUP



"Kaderim 8 Ocak 1981 günü değişti. Karakas'ta büyükbabamın ölmekte olduğunu bildiren bir telefon aldığım gün. Ona veda etmek için Şili'ye gidemezdim, bu yüzden o akşamüstü o sevgili yaşlı adam için bir tür manevi mektuba başladım. Onun bunu okuyacak kadar yaşamayacağını biliyordum, ama bu durum yazmamı engellemiyordu. İlk cümleyi bir trans durumunda yazdım: "Barrabas bize denizden geldi." Barrabas kimdi, niçin denizden gelmişti? En küçük bir fikrim bile yoktu ama şafağa dek bir çılgın gibi yazmayı sürdürdüm, bitkinliğin beni alt ettiği ve yatağıma kıvrıldığım zamana dek. Eşim "Ne yapıyordun?" diye mırıldandı. "Büyü" diye yanıtladım. Ve
gerçekten büyüydü bu. Sonraki akşam yemeğinden sonra yazmak için yine kendimi mutfağa kilitledim. Her gece yazdım, büyükbabamın ölmüş olduğu gerçeğine aldırmadan. Metin birçok ince dalı olan devasa bir organizma gibi büyüdü, yılın sonunda mutfaktaki sayaç beş yüz sayfayı gösteriyordu. Artık bir mektuba benzemiyordu. İlk romanım, Ruhlar Evi, doğmuştu. Gerçekten yapmak istediğim tek şeyi bulmuştum: öyküler yazmak."

"Şili'ye hala dönemiyordum. Diktatörlük on yedi yıl sürecekti. 1983'te bir başka roman, Aşktan ve Gölgeden'i, iki yıl sonra bir üçüncüsünü, bir öykü anlatıcısının yaşamı olduğu için yüreğime yakın olan bir kitabı, Eva Luna'yı yayımladım. Bunu yirmi üç kısa öyküden oluşan bir toplu kitap, Eva Luna'nın Öyküleri izledi. Kitaplardaki aşk bazen çok büküldüğü için tanıması zor da olsa,
bunların tümü aşk üzerineydi."

"Bu arada eşimle ilişkimiz tümüyle bozuldu. Venezüella'daydık, Şili'de değildik, böylece boşanabildik. Arkadaşça bir ayrılmaydı, bu her ne demekse."

AŞK, KÖSNÜ, ROMANTİZM

"Burası kişisel konulara girerek romantizmden konuşmam gereken bölüm.

Kitaplarım beni sık yolculuk yapmaya zorluyor. Kaderim bir yerden diğerine sürüklenmek, başıboş dolaşan bir yolcu gibi. 1987'de, henüz Venezüela'da yaşarken, Kuzey Kaliforniya'da durana dek beni İzlanda'dan Porto Riko'ya ve aradaki pek çok farklı iklime sürükleyen bir konferans turuna çıktım. Kaderimin yeniden değişeceğinden pek az kuşku duyuyordum. Annemin diyeceği gibi, kaderimde yazılmış adamla karşılaştım. Bana San Fransisco'daki son heteroseksüel bekâr erkek olarak tanıtılan William Gordon adında bir avukattı. İkinci romanımı okumuş ve beğenmişti. Ama beni gördüğünde büyük bir düş kırıklığına uğramıştı. Uzun boylu sarışınlardan hoşlanır.

Konuşmamdan sonra ikimiz de bir İtalyan lokantasındaki bir akşam yemeği partisine davet edildik. Dolunay vardı ve Frank Sinatra "Strangers in the Night" şarkısını söylüyordu, bir romanı bozacak türde şeyler. Willie şaşırmış bir ifadeyle önümde oturuyordu. Frank Sinatra ve spagetti tutto mare (deniz ürünleri soslu spagetti) birleşimi bende öngörülebilir bir etki yarattı, kösnüllüğe kapıldım. Çok uzun süredir, hatırladığım kadarıyla iki üç haftadır, cinsel yaşamdan uzak kalmıştım. Bu yüzden kontrolu elime aldım. Ondan yaşamı hakkında konuşmasını istedim. Bu numara her zaman işe yarar hanımlar! Herhangi bir erkekten kendisinden söz etmesini isteyin ve rahatlayıp yemeğinizin keyfini çıkarırken onu dinlermiş gibi yapın, sizin akıllı ve seksi bir kadın olduğunuza
kesinlikle inanacaktır."

"Evet, Willie'nin yaşamını yazdım. Kitabın adı Sonsuz Plan, dev bir yüreği olan kusurlu bir adamın öyküsü. Willie ve ben uzun yıllar birlikte olduk sevgimiz birçok çıkış ve inişten, büyük başarılardan ve büyük kayıplardan geçip sürdü."

PAULA



"Aralık 1991'de, porphyria adı verilen ender bir genetik durumu olan kızım Paula İspanya'da komaya girdi. Yoğun bakım ünitesindeki ihmal ciddi beyin hasarına yol açtı ve bitkisel hayata girdi. Onu eve, California'ya götürdük ve bir yıl sonra kollarımda ölünceye kadar özenle baktık."

"Paula'nın ölümünden birkaç ay sonra Willie'nin kızı Jennifer aşırı dozdan ölünce işler kötüden daha kötüye gitti. Bir çocuğu yitirmek kadar büyük bir acı olmadığını söylerler. Ama paylaştığımız büyük üzüntüler Willie ve beni yakınlaştırmadı."

"Paula'nın ölümünden sonra yazmak, aklımın göreceli olarak başımda kalmasını sağlayan tek şeydi. Acı, yeraltı dünyasına yapılan uzun bir yolculuktu, karanlık bir tünelde yalnız yürümek gibiydi. Benim tünel boyunca yürüyebilmemin yolu yazmaktı."

"Çektiğim acı sıklıkla dayanılmaz oluyordu, tek bir sözcük bile yazamadan saatlerce ekrana bakıyordum."

"Bir yıl sonra tünelin sonundaydım. Işığı görebiliyordum. Yeni bir kitap yazmış olduğumun ve artık ölmek için dua etmediğimin farkına vardım, şaşırdım. Yaşamak istiyordum."

"Paula adlı kitabım bir biyografi, genç bir kadının zamansız ölümünün trajik öyküsüdür. Ancak temelde yaşamın kutsanışıdır. İki öykü sayfalarda birlikte gider, kızım Paula'nın ve benim kendi serüvenli kaderimin öyküleri."

"Yaşamın diğer yanında ne var? Yalnızca gece, sessizlik ve ıssızlık mı? Arzular, anılar ve umut artık yoksa geriye ne kalır?"

TERAPİ OLARAK YAZMAK



"Paula'yı bitirdikten sonra neredeyse üç yıl kurgu kitap yazamadım. Öykülerimin kuyusunun ve onları anlatma isteğimin sonsuza dek kurumuş olduğunu düşündüm. Sonra eğitim görmüş bir gazeteci olduğumu, araştırılacak bir konu ve zaman verilirse herhangi bir şey hakkında yazabileceğimi hatırladım. (Spor ve politika dışında.) Acının etkisini dağıtabildiğim ilk fırsatta kendime bir konu verdim, Afrodit'i yazdım, kösnüllük ve açgözlülük, başını derde sokmaya değen bu iki ölümcül günah hakkında başıboş bir gezinti."

"O kitapla ilgili çoğunlukla San Francisco'nun gey bölgesi Castro'nun porno dükkanlarında yapılmış olan araştırmalarım beni depresyondan çıkardı ve bedenime geri döndürdü. İlk belirti erotik bir düştü. Düşümde bir Meksika tortilasının üzerine çıplak bir Antonio Banderas yerleştirdiğimi, üzerine soğanlı baharatlı Meksika sosu guacamole ve salsa sürüp yuvarlayarak yediğimi gördüm."

"Yemek ve aşk üzerine yazmanın terapi etkisi işe yaradı. Afrodit'i yayımladıktan kısa bir süre sonra California'daki altına hücumu konu alan Kaderin Kızı adlı bir romana başladım. On dokuzuncu yüzyıl ortasında Şili limanı Valparaiso'da İngiliz bir ailenin büyüttüğü yetim bir kızın, Eliza Summers'ın öyküsü. On altısında Eliza sevgilisinin peşinden altına hücumda şansını deneyeceği
California'ya gelir. Bir aşk öyküsü yazdığımı sanıyordum, ama bu roman yaşamımda süreklilik gösteren bir konu, özgürlük hakkındadır. Eliza Summers gibi ben de en başından beri kendi yolumu bulmak zorundaydım. Bu beni feminizmin şeytan tarafından ele geçirilmekle eşdeğer görüldüğü bir yer ve zamanda feminist yaptı."

"Ardından on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Şili'de geçen Sepya Portre geldi. Eliza Sommers'in büyük torunu Aurora del Valle'in öyküsü. Bir devam romanı olmasa da, bağımsız olarak okunabilir, kitap Kaderin Kızı'ndan ve ilk romanım Ruhlar Evi'nden bazı karakterleri alıyor. (Bu üç kitap bir üçleme olarak değerlendirilebilir.) Aurora del Valle çok erken yaşta bir travma yaşar ve geçmişini zihninden siler, ilk yıllarına ait hiçbir şey hatırlamaz. Arayışı yaşamının ve aile sırlarının gizemini açığa çıkarmak içindir. Sepya Portre bellek hakkında bir romandır. Bellek benim yaşamımla özellikle ilişkili olan bir ana konudur, özgürlük gibi. Başından berli hep seyahat halindeydim, gerçekten bir yere ait değilim. Köklerim belleğimde. Her kitap geçmişin
içine bir yolculuk. Ve ruhun içine. Ve belleğin içine."

"Tarihsel bir roman büyüleyici bir çabadır. Bu üçlemenin kitaplarını yazarken bir zaman makinesine girdim ve 1848'e gittim, sonra yüz yıldan fazla bir dilimi aşarak 1973'e geldim. Bu çaba için gerekli araştırmayı düşünebiliyor musunuz?"

"2001'de çocuklar ve genç yetişkinler için bir roman yazdım: Canavarlar Kenti. Çok eğlenceliydi. Alexander Cold'un öyküsü, Amazon'a bir geziye giden ve Nadia Santos adında tuhaf bir kıza rastlayan on beş yaşında Amerikalı bir çocuk. Birlikte Taş Devri Yerlileri arasında büyülü bir serüven deneyim yaşıyorlar. (Daha sonra aynı kahramanlarla iki kitap geldi: Altın Ejder Krallığı ve
Pigmeler Ormanı."

"Sonuçta tüm kurgu çalışmaları otobiyografiktir. Aşk ve şiddet hakkında yazıyorum, ölüm ve kurtuluş hakkında, güçlü kadınlar ve olmayan babalar hakkında, ayakta kalabilmek hakkında. Karakterlerimin çoğu dışlanmışlardır, toplumca korunmayan, alışılmamış, karşı çıkan insanlardır."

NİÇİN YAZIYORUM?



"Bu, yaşamımın ve çalışmalarımın bir özetidir. Söylediğim her şeye inanmayın, biraz abartma eğilimindeyim. Her zaman şiirsel gerçeğe yapışırım, ancak tam da Eduardo Galeano'nun yaşlı adamı ve mektupları hakkındaki gibi. Hatırladınız mı? Her durumda, gerçekten önemli olan şey özgeçmişimde değildir. Yüreğin gizli odalarında fark edilmeden yaşanıp gidendir."

"Ben bir yazarım. Öyküler için bir kulak, mutsuz bir çocukluk ve tuhaf bir aileyle kutsandım.
(Benimki kadar acayip akrabalarla herhangi bir şey yaratmaya hiç gerek yoktur. Onların varlığı, tek başına büyüsel gerçekçilik için tüm malzemeyi sağlar.) Beni edebiyat tanımlamıştır. Sözcük sözcük, sayfa sayfa, bu abartılı, gözalıcı beni keşfettim."

"Geçen yirmi yıldan fazla zamanda, dostlarım, öğrendiğim yalnızca tek bir şeyin kesin olduğudur. Hiçbir şey ruhumu yazmaktan fazla coşturamaz. Yazmak kendimi genç, sağlam, güçlü, mutlu hissetmemi sağlıyor. Müthiş! Benim yaşımda hemen hemen olanaksız olsa da, kusursuz bir aşıkla sevişmek kadar can katan bir iş."

"Yaşamın dokusundan romanlar yapılır. Bir roman, uzun ve sabırlı bir anlatıdır, Çok iplikli ve çok renkli ince bir duvar halısının dokunması gibidir. Sezgilerle çalışırım, ne yaptığımı çok iyi bilmeden, günün birinde dönüp çıkan tasarıma bakarım. Bir kitabı hiçbir zaman gerçekten bitirmem, yalnızca vazgeçerim. Her zaman söylenebilecek daha fazla şey vardır, olayın yeni bir yöne dönmesi, başka bir şaşırtıcı karakter çıkması, değiştirilecek, düzeltilebilecek, derinleştirilebilecek pek çok ayrıntı. Bir öykü, kendi yolu olan yaşayan bir canlıdır, benim işim onun kendisini anlatmasına izin vermektir. Ulaşılacak sonucu fazla düşünmeden yazma sürecini seviyorum. Bunlar temsilcimin ve yayıncımın ilgilendiği konulardır."

"Çalışmam sırasında yalnız ve sessizlik içinde geçirdiğim zamanı çok seviyorum: öykünün benzersiz dünyasını yaratmak için gerekli ayrıntıları ekleyerek geçen haftalar, karakterlerin büyümesini ve kendi sesleriyle konuşmasını sağlayabilmek için geçen aylar, onları harekete geçiren nedenleri ve tutkularını anlamaya çalışarak geçen yıllar. Bir roman tutku, sabır ve kendini tümüyle
vermeyi gerektirir. Tam bir bağlılıktır, aşık olmak gibi. Yazmayı tetikleyen ilk itici güç benim için hep, uzun süredir benimle birlikte yaşayan çok güçlü bir duygudur. Zaman motivasyon kaynaklarını ortaya çıkarır ve onu anlatabilmem için gereken uzaklığı, belirsizliği ve ironiyi sağlar. Fırtınanın ortasında yazmak zordur. Öyküyü sert rüzgarlar geçtikten ve fazlalıkları sezebilecek duruma geldikten sonra yeniden yaratmak, öncelik verilmesi gereken bir yaklaşımdır. Mücadele, kaybetmek, bellek. Bunlar yazma etkinliğimin hammaddeleridir." (7)

Görüşmeler bölümünde Isabel Allende'nin yaşamı ve yazar kimliğiyle ilgili önemli ipuçları var.

GÖRÜŞMELER



Isabel Allende okuyuculardan, akademik çevrelerden ve gazetecilerden çok sayıda mektup aldığını belirterek bunların tümüne yanıt vermek olanaksız olduğu için, kendisiyle yıllar boyunca yapılmış söyleşilerde sorulanlardan bir derleme yapmış. Yaşamı ve çalışmalarıyla ilgili daha fazla bilgi almak isteyenlerin Celia Correas Zapata'nın "Isabel Allende: Yaşam ve Ruh" başlıklı kitabını okumak isteyebileceklerini söylüyor. Ardından seçilmiş soruları ve yanıtlarını aktarıyor. (8)

Yazdığı diğer türlerle ilgili soruyu gençliğinde oyun yazdığını, çocukları küçükken de çocuk öyküleri yazmaya çalıştığını söyleyerek yanıtlıyor. Onlara her gece öykü anlatıyormuş, bunu olağanüstü bir eğitim olarak niteliyor. Çocuklar ve genç yetişkinler için ilk romanını Canavarlar Şehri olarak anıyor. Yıllarca mizah yazdığını, bunun tüm türler içinde en zoru olduğunu
düşündüğünü belirtiyor. Şiiri hiç denemediğini, deneyeceğini sanmadığını söylüyor.

Kurgu edebiyat kitaplarını yalnızca İspanyolca yazabiliyormuş. Bu onun için, ancak kendi anadilinde yapabileceği çok organik bir süreçmiş. Dünyanın her yanında kusursuz çevirmenleri olmasını şanslı bir durum olarak niteliyor. Kitaplarının çoğunu İngilizce'ye çevirmiş olan Margaret Sayers Peden ile sürekli iletişim içindelermiş. Olağanüstü bir iş yaptığını, onu düzeltmeyi
düşünemeyeceğini belirtiyor. Diğer dillerin çoğunda kitaplarını kimin çevirdiğini bile bilmiyormuş. Bu işle yayıncılar ilgileniyormuş. 2010'da Margaret emekli olmuş. İngilizce'ye çevirilerini artık Anne McLean yapıyormuş.

Görüşmelerde sorulan sorular ve yanıtları Isabel Allende'yi tanıyıp anlamak, yazarlığıyla birlikte dünya ve yaşamla ilgili düşüncelerine ulaşmak için önemli ipuçları içeriyor.

"Bir gerçeği anlatmanın, yalanlar söylemenin, bir tür gerçeği açığa çıkarmanın kurgusunu yazma düşüncesinin ayrıntılarından söz edebilir misiniz?"

"Kurgunun ilk yalanı yazarın yaşamın kaosuna bir düzen getirmesidir, kronolojik sıra, ya da yazarın seçtiği düzen hangisiyse. Bir yazar olarak bir bütünün belirli bir bölümünü seçersiniz. Bunların önemli, diğerlerinin önemsiz olduğuna karar verirsiniz. Bunlar hakkında kendi perspektifinizden yazarsınız. Yaşam böyle değildir. Her şey eşzamanlı olur, kaotik bir biçimde, seçimler
yapmazsınız. Patron değilsinizdir, yaşam patrondur. Yani bir yazar olarak kurgunun yalan söylediğini kabul ettiğinizde özgür kalırsınız. Artık istediğinizi yapabilirsiniz. Sonra çemberler içinde yürümeye başlarsınız. Çember büyüdükçe içine gerçeğin daha fazlasını alırsınız. Ufuk genişledikçe daha fazla yürürsünüz. Her şeyin üzerinden daha fazla geçtikçe gerçeğin parçacıklarını
yakalamanın daha iyi fırsatlarını bulursunuz."

"Esin kaynaklarınızı nerede bulursunuz?"

"İyi bir dinleyici ve öykü avcısıyım. Herkesin bir öyküsü vardır ve öyküler doğru ses tonuyla anlatılırsa ilginçtir. Gazeteleri okurum, kağıdın derinliklerine gömülü küçük öyküler bir romanı esinlendirebilir."

"Esin süreciniz nasıldır?"

"Günde on, on iki saati bir odada yalnız, yazarak geçiririm. Kimseyle konuşmam. Telefonlara yanıt vermem. Yalnızca benim dışımda olan bir şeyin bir ortamı ya da aracı olurum. Tanrı değilim, yalnızca bir enstrümanım. Bu uzun, çok sabır isteyen günlük yazı çalışmalarında kendim ve yaşamla ilgili çok şey keşfettim. Öğrendim. Ne yazmakta olduğumun bilincinde değilim. Bu acayip bir süreç, kurgu içinde yalanlar söyleyerek kendiniz, yaşam, insanlar, dünyanın nasıl işlediği hakkında küçük gerçekler keşfediyorsunuz."

"Karakterleriniz hakkında konuşabilir misiniz?"

"Bir karakter geliştirirken genellikle model olabilecek bir kişi ararım. Kafamda o kişi olursa, inandırıcı karakterler yaratmak benim için daha kolay olur. İnsanlar karmaşıktır, çözülmeleri güçtür, kişiliklerinin tüm yönlerini ender olarak yansıtırlar. Karakterler de böyle olmalıdır. Karakterlerin kitapta kendi yaşamlarını yaşamalarına izin veririm. Sıklıkla onları kontrol edemediğim duygusuna kapılırım. Öykü umulmadık yönlerde ilerler ve benim işim onu yazmaktır, önceki düşüncelerime uygun davranmaları için onları zorlamak değil."

Bilgisayarda mı yazdığı sorusunu sürekli notlar aldığını, çantasında bir defter olduğunu ilginç bir şey görürse ya da duyarsa hemen yazdığını, gazetelerden kupürler kestiğini, televizyonda izlediği haberleri ve insanların ona anlattığı öyküleri not ettiğini belirterek yanıtlıyor. Bir kitaba başladığında ona esin kaynağı oldukları için bu notları çekip çıkarıyormuş. Bir taslak kullanmadan, yalnızca içgüdülerini izleyerek bilgisayarda yazıyormuş. Öykü ekranda tamamlandığında ilk baskısını alıp okuyormuş. Kitabın neyi anlattığını o zaman biliyormuş. İkinci taslak çalışmaları dil, gerilim, tonlama ve ritimle ilgili oluyormuş.

Bir öykü için iyi bir sonun ne olduğunu bilmediğini, kısa öyküde romandakinden farklı olduğunu belirtiyor.

"Kısa öykü bir bütün olarak gelir, yalnızca tek bir uygun son vardır. Bunu bilirsiniz, hissedersiniz. O sonu bulamazsanız, bir öykünüz de yoktur, olamaz. Üzerinde çalışmayı sürdürmek yararsızdır. Bana göre kısa öykü bir ok gibidir, daha başlangıçta doğru yönde olmalıdır, nereyi hedef aldığınızı tam olarak bilmeniz gerekir. Romanda hiçbir zaman bilemezsiniz. Sabırlı ve düzenli çalışma ister, çok renkli bir kilimi ince ince işlemek gibi. Yavaş ilerlersiniz, aklınızda bir desen vardır. Ama birden tamamlarsınız ve başka bir şey olduğunu anlarsınız. Çok etkileyici bir deneyimdir, çünkü kendine ait bir yaşamı vardır, canlıdır. Kısa öyküde tüm kontrol sizdedir. Ama pek az iyi kısa öykü vardır. Ve pek çok unutulmaz roman. Kısa öyküde nasıl anlattığınız, ne anlattığınızdan daha önemlidir, biçim belirleyicidir. Romanda yanlışlar yapabilirsiniz, pek az kişi bunları fark edecektir. Mutlu sonlar benim için değil. Açık sonları seviyorum. Okuyucunun düşgücüne güveniyorum."

En çok etkilendiği yazarlar arasında Latin Amerika'dan García Márquez, Vargas Llosa, Cortázar, Borges, Paz, Rulfo ve Amado'yu, Rusya'dan Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Nabokov, Gogol ve Bulgarov'u, İngiltere'den Sir Walter Scott, Jane Austen, Brontë Kardeşler, Charles Dickens, Bernard Shaw, Oscar Wilde, James Joyce, D.H. Lawrence, ve Virginia Woolf'u sayıyor. Agatha Christie ve
Conan Doyle kitaplarını çok sevdiğini ve tümünü okuduğunu söylüyor. İspanyolca'da popüler olan Mark Twain, Jack London, F. Scott Fitzgerald ve diğer birçok Amerikalı yazardan, Harper Lee'nin Bülbülü Öldürmek kitabının onda yarattığı kalıcı etkiden söz ediyor. Fantezi ve erotizmi on dört yaşındayken Lübnan'da okuduğu Binbir Gece Masalları'nda keşfettiğini belirtiyor. O dönemde kızların okul ve ev dışında pek sosyal yaşamı olmadığını, sinemaya bile gitmediklerini, sorunlu bir aileden tek kaçış yolunun okumak olduğunu anlatıyor:

"Üvey babamın kilitli odasında dört esrarengiz deri ciltli kitap vardı, erotik oldukları için görmemem gereken yasak kitaplar. Tabii ki anahtarı kopyalamanın ve oralarda olmadığı bir zaman odaya girmenin bir yolunu buldum. Bir el feneri kullandım, hızla ve atlayarak açık saçık bölümleri bulup okudum. Hormonlarım yükselişteydi ve o fantastik masallarla düşgücüm çılgına döndü.
Eleştirmenler beni Latin Amerikalı bir Şehrazat olarak adlandırdığında gurur duydum."

Yirmili yaşlarında okuduğu Amerikalı ve Avrupalı feminist yazarlar ona içinde yaşadığımız ataerkil düzene karşı duyduğu öfkeyi dile getirmesi için açık ve güçlü bir dil kazandırmış. Düşüncelerini ve kalemini bileyerek erkek egemenliğine karşı çıkmak üzere Paula adlı bir Şili feminist dergisinde çalışmaya başlamış.

Filmlerden hep hoşlanmış, bazen bir görüntü ya da sahnedeki bir karakter yıllarca onunla birlikte kalıp yazarken esin kaynağı olmuş. Duygularla çalışıyor, dili kullandığı araç olarak görüyor, verimli kullanmak için çaba gösteriyormuş. Gazetecilik deneyiminin de bir konuyu araştırma, görüşme yapma, inceleme ve sokaktaki insanla konuşma gibi konularda kazandırdığı pratik bilgilerle katkısı olmuş.

Latin Amerika'daki politik kaosu anlatan ilk romanlarında, Kafka etkisini düşündüren bir biçimde hükümetlerin asla anlaşılamayacağı duygusuyla dünyanın kaygan ve güvenilmez göründüğü hatırlatmasıyla yöneltilen ruhların dünyasını daha güvenilir bir yer olarak görüp görmediği sorusuna:

"Ruhsal dünya iyi ve kötünün olmadığı bir yerdir. Gerçek dünyanın göründüğü gibi siyahın ve beyazın bir dünyası değildir. Hiçbir biçimde katı kurallar yoktur" diyerek ruhsal dünyada yalnızca amaç, salt varoluş olduğunu, doğru ve yanlış algısı bulunmadığını belirtiyor. "Orası benim için çok güvenli bir yer. Orası öykülerin kopup geldiği yer. Orası aşkın yeri" diyor.

Ruhsal dünyanın cinsiyetsiz olup olmadığı sorusunu:

"Ruhsallığın dünyasında cinsiyetin bir önemi yok, ırkın ya da yaşın olmadığı gibi. Tüm yaşamım boyunca feminist oldum, feminist konularda kavga verdim. Gençken saldırganca dövüşüyordum. Savaşçıydım. Şimdi erkekler ve kadınlar olarak birlikte incelememiz gereken ve bizi gerçekten bir araya getirebilecek zorunlu konuların farkına daha çok varıyorum. Ama beni yanlış anlamayın, ben bir feministim ve bununla gurur duyan biriyim" sözleriyle yanıtlıyor.

Eleştirmenlerin yazma biçimini "büyülü gerçekçilik" olarak tanımladığı hatırlatmasıyla sorulan tüm kitaplarının bu türe girip girmediğine getirdiği açıklamaysa şöyle:

"Her öykünün bir anlatılma biçimi ve her karakterin bir sesi olduğunu düşünüyorum. Her zaman formülü tekrarlayamazsınız. İlk kitabım Ruhlar Evi'nde baskın biçimde bulunan büyülü gerçekçilik, ikinci kitabım Aşka ve Gölgeye Dair'de yoktur. Bunun nedeni bu kitabın Şili'de Salvadore Allende'nin öldürülmesinden sonra işlenen politik bir cinayet üzerine kurulmuş ve bu yüzden yapısının olay anlatıcılığına daha yakın olmasıdır."

Büyülü gerçekçiliğin bazen uyduğunu, bazen uygun olmadığını, büyülü gerçekçilik ögelerinin yalnız Latin Amerika'da değil, dünyanın her yanındaki edebiyatta, Afrika şiirinde, İngilizce edebiyatta, etnik azınlıklarca yazılan Amerikan edebiyatında bulunabileceğini, Salman Rüştü, Toni Morrison, Barbara Kingsolver ve Alice Hoffman gibi yazarların bu stili kullandığını söylüyor.

Ona büyük bir hayranlık duyduğu halde amcası Salvadore Allende öldüğü zamana dek Isabelle Allende'nin yaşamını pek etkilememiş. Şili'de 1973'te askeri darbe olduğunda da bir çok Şili'nin yarısının yaşamını dramatik biçimde etkileyen Allende değil, askeri darbeymiş. Salvadore Allende babasının ilk kuzeniymiş. Onu hafta sonlarında, tatillerde görmüş ama birlikte yaşamamış. Tarihsel bir boyutu olduğunu darbeden sonra, ancak Şili'den ayrıldıktan sonra anlamış. Adı Şili'de tümüyle yasakmış. Venezüela'ya gittiğinde adını her söyleyişinde Salvadore Allende'yle bir ilgisinin olup olmadığı soruluyormuş. Efsanevi bir kişiliğe dönüşmüş, bir kahraman olmuş. (8)

Yaptığı bir konuşmaya sevdiği bir Yahudi atasözünü aktarak başlamış:

"Soru: Gerçekten daha gerçek olan nedir?
Yanıt: Öykü."

Bir öykü anlatıcısı olarak yapmak istediğinin ortak insanlık değerleri için gerçekten daha gerçek olanları iletmek istediğini belirtmiş. Tüm öykülerin ilgisini çektiğini, bazılarının onları yazıp bitirene dek onu büyülediğini söylemiş. Bazı konuların hep geçerli olduğunu belirterek adalet, bağlılık, şiddet, politika, toplumsal sorunlar ve özgürlük başlıklarını sıralamış. "Çevremizeki esrarın farkındayım, bu yüzden rastlantılar, önseziler, düşler, duygular, doğanın gücü, büyü üzerinde de yazıyorum" demiş. Son yirmi beş yılda birkaç kitap yayımladığını, ama İtalya'daki kış olimpiyatlarında olimpik bayrağı taşıdığı 2006 Şubat ayına dek tanınmadan yaşadığını anlatmış. Konuşmasında bir tutku öyküsü anlatacağını belirterek 1998'de Tutsi göçmenler için
Kongo'da kurulmuş bir kamptan söz etmiş, bunun ölüm kampı olarak adlandırılabileceğini, çünkü orada öldürülmeyenlerin de salgınlardan ve açlıktan öleceğini söyleyerek öykünün kişilerini, askerlerin öldürmeden önce kocasına yaptıkları işkenceyi seyretmeye zorladıkları hamile ve dul Rose Mapendo'yu ve çocuklarını tanıtmış. (9)

Perspektifler bölümünde Erin Coleman, Joanne Leedom-Ackerman ve Adán Griego var.

PERSPEKTİFLER



Perspektifler bölümünün girişinde Paula'ya Mektup var. Erin Coleman'ın tıp öğrencisiyken Paula'ya yazdığı mektuptan bir alıntı yapılmış:

"Bir annenin sevgisi tüm mantık, bilimsel bilgi ya da elle tutulur nesneleri geride bırakan aşırı derecede güçlü bir varlıktır. Senin hastalığın sırasında annen doktorlara ve çağdaş tıp bilimine olan tüm inancını yitirdi. Seni sürekli uykundan uyandırabilecek sevgiye, umuda ve ruhsallığa inandı."

Mektup şöyle başlıyor:

"Sevgili Paula,
Beni tanımıyorsun, bir tıp öğrencisiyim, edebiyat dersi alıyorum, annenin senin yaşamının son birkaç ayını anlattığı kitabı okumakla görevlendirildim. Ruhunun dünyadan ayrılmasının üzerinden hemen hemen on altı yıl geçmişti. Ama anılar ve varlığının canlılığı annenin yazdıkları üzerinden yaşamayı sürdürüyordu."

Perspektiflerin ikinci bölümünün başlığı Anlatılmasına Gerek Duyulan Öyküleri Keşfetmek. Yazar Joanne Leedom-Ackerman'ın 30 Nisan 2010'da Isabel Allende'nin PEN/Faulkner Vakfı Okuma Dizileri için katılımı öncesi yaptığı tanıtımda söylediklerinden bazıları şunlar:

"Isabel Allende "bir edebiyat efsanesi", bir "kültürel köprü kurucusu ve Latin Amerikalı en önemli kadın önderlerden biri olarak nitelendirilmiştir, ama aynı zamanda ayakkabılarınızı çıkarıp kanapede kıvrılarak yaşamı birlikte düşünüp çözeceğiniz iyi bir arkadaş gibidir."

"Tarih, bellek, aşk ve şiddet temaları romanlarında, kendilerine kolay yer açmayan toplumlarda aşkı ve kendi kimliklerini arayan güçlü kadınlarla beslenerek tekrarlanır. Bu durum yeni romanı Denizin Altındaki Ada'da da, Ruhlar Evi, Kaderin Kızı ve Sepya Portre üçlemesinde olduğu kadar geçerlidir."

"Onun anılarını okuyarak yaşamının ve ailesinin en azından bir biçimini, birçok ailenin kendisi hakkında bildiğinden çok daha iyi bilir oldum."

"Her şeyi, en azından benim Isabel Allende hakkında hissettiklerimi özetleyecek tek bir sözcük kullanma riskini göze alacağım. Bu, cömert sözcüğüdür. Bir öykü anlatıcısı olarak cömerttir, bir anı yazarı olarak cömerttir, bir insan olarak cömerttir. Kapıları ve kendini, düşüncelerini ve duygularını, bir sanatçı disiplinini koruyarak paylaşır. Böyle yaparak yaşamı başkaları için nelerin
iyileştireceğini ve aydınlatacağını göstermeye çalışır, aynı zamanda kendisi için de. Bu cömertlik dünya çapında böyle popüler oluşunun nedenini en azından kısmen açıklar."

Üçüncü bölümdeyse Latin Amerika ve İber Kolleksiyonları küratörü Adán Griego'nun "Isabel Allende'nin Gezinen Ruhları" başlığıyla söyledikleri var. Kurgu karakterlerinin pek çoğu gibi Isabel Allende'nin de yaşamını birçok yere giderek ve oralarda yaşayarak geçirdiğini belirtiyor. Özgeçmişini verirken 1942'de diplomat bir ailenin çocuğu olarak Lima'da doğduğunu, anavatanı Şili'de olmadığı sürelerde Avrupa'da, Lübnan'da ve Bolivya'da bulunduğunu, 1973'te Salvadore Allende'nin devrilmesinden sonra on üç yıl Karakas'ta sürgünde yaşadığını söylüyor.

"Allende'nin 'büyüsel gerçekçi' anlatım tekniği anında ve kaçınılmaz olarak Ruhlar Evi'nin Latin Amerika edebiyatının devi Yüz Yıllık Yalnızlık (1970) yapıtıyla karşılaştırılmasını getirdi. Önceki söyleşilerinden birinde Allende'nin kendisi de bu noktaya değindi, Garcia Marquez'in başyapıtının kendi kuşağındaki yazarların hemen hemen tümü gibi onu da etkilemiş olduğunu belirtti."

"Bugün Allende adı, kendisinden önce çağdaş Latin Amerikan Edebiyatı'nın en büyükleri katında daha önce yer bulmuş 1960'lar ve 1970'ler Latin Amerikan Patlaması'yla ilgili adlar olan Gabriel García Marquez, Carlos Fuentes, Julio Cortázar ve Mario Vargas Llosa'nın yanında en çok tanınan seslerinden biridir."

Griego, Allende'nin kitaplarının yirmi yedi dile çevrilerek otuz milyon satmasını edebiyat alanındaki adı açısından olumlu ve olumsuz yanları olan bir başarı olarak niteliyor. Latin Amerika Edebiyatı Ansiklopedisi'nde adına açılmış ayrı bir madde bulunmadığını, ona "Çoksatanlar" maddesi altında yer verildiğini söylüyor. Ama bu yazıda Latin Amerika'nın önemli çağdaş
yazarlarının hem eleştirmenlerce kabul gördüğü, hem de kitaplarının çoksatar olabildiği de belirtiliyormuş. (10)

....

Salvadore Allende.



Yukarıda aktarılanlardan Salvador Allende'nin ve Şili'nin yakın tarihinde yaşananların Isabelle Allende'nin yaşamı üzerinde çok büyük bir etkisinin olmuş olduğu görülüyor.

Tarihe özgürlüğün acılı yollarının önemli yürüyüşçülerinden biri olarak geçen Salvadore Allende 26 Haziran 1908'de doğmuş. Seçilerek 4 Kasım 1970'te Şili Devlet Başkanı olmuş. 11 Eylül 1973'te kanlı bir askeri darbeyle devrilerek öldürülmüş.

"Salvador Allende Gossens, Şilili devlet adamı ve Batılı devletlerde serbest seçimle iktidara gelen ilk Marksist devlet başkanıdır."

"Liseyi bitirdikten sonra doğduğu kent olan Valparaiso´da tıp eğitimi gördü. Solcu politik gruplarda çalışarak kısa zamanda öğrenci liderliğine yükseldi. Diktatör Carlos İbanez´e karşı mücadelesinden dolayı tutuklandı ve 1932´de tıp diplomasını aldıktan sonra üniversiteden uzaklaştırıldı. Bir yıl sonra tanınmış birkaç solcuyla birlikte Komünist Parti´nin Marksist alternatifi olarak gördüğü Partido Socialista´yı kurdu."

"1937´den başlayarak milletvekili olan Allende, devletin çeşitli sağlık kurumlarında çalıştı ve Valparaiso Üniversitesi´nde öğretim üyeliği yaptı. Halk Cephesi Hükümeti´nin başkanı olan Pedro Aguirre Cerda, Allende´yi 1939´da Sağlık Bakanlığı'na atadı. Allende´nin sosyal düzeyi düşük olanlara karşı özel bir ilgi göstermesi, Yoksulların Başkanı olarak adlandırılmasını sağladı."

"4 eylül 1970´te Sosyalistler, Komünistler, Liberaller ve Hıristiyan Demokratlardan ayrılmış olanların birleşmesiyle kurduğu Unidad Popular´ın adayı oldu."

"1952, 1958, 1964´ten sonraki bu dördüncü girişiminde, 1967´den beri Senato Başkanı olan Allende mutlak çoğunluğu kazandı. Altı hafta sonra hedefine ulaşarak Başkanlık Sarayı'na taşındı.Hükümetteki Hıristiyan Demokrat Partisi´nin oylarını; demokratik hukuk devleti, ayrıca parti, toplantı ve basın özgürlüğünden yana tavrıyla toplayabildi."



"Büyük sosyal farklılıklara karşı savaştı.15 yaşından küçük çocuklara, gebe ve emziren annelere parasız olarak günde yarım litre süt dağıttı. En düşük gelirleri üçte iki oranında yükseltti, buna karşılık devlet memurlarının ücretlerine bir üst sınır koydu."

"Başkanlık Sarayı'na yapılan saldırılar sırasında teslim olması çağrısı yapıldı, fakat o askerlere teslim olmayı reddetti." (11)



Salvadore Allende adı, dünyaya yeni ve güzel bir gelecek öneren bir umut simgesi olmuştu. Bu fırsat da, tarihteki pek çok diğeri gibi kaçtı. Şili'de yaşanan büyük acılar, pek çok yere gelecek benzer uygulamaların da örneği oldu.

....

Orhan Asena



İçinde Şili'de Av da bulunan Orhan Asena'nın Toplu Oyunları kitabının arka kapağında Hülya Nutku şöyle yazmış:



"Türk oyun yazarlığının 1950 kuşağı içinde yer alan Asena, tiyatromuza kazandırdığı sayısız yapıt ile kendini sürekli yenilemiş ve aşabilmiş bir yazarımızdır. Onun oyunlarında insan kavramı ön saftadır; çünkü Asena için her sorunun, her umudun ve kavganın merkezinde insan vardır. Yazarlık gelişimi de onun bu hümanist anlayışından ortaya çıkar. 1973 yılında Şili olaylarının patlak
vermesiyle Asena, "Şili'de Av" adlı ilk oyunu ile Şili Üçlemesi'ni oluşturmaya başladı. Şili olaylarına tarihsel bir bilinç ve sorumluluk ışığı altında bakan Asena, aynı zamanda dram sanatının kökeninde yatan eski-yeni çatışmasını da göz ardı etmeden, her üç oyununda da, aydının her koşulda sahip olması gereken yükümlülüğü irdelemiştir." (12)

Kitapla ilgili bir tanıtım tiyatro.net üzerinde de bulunuyor:



"Orhan Asena'nın Şili Üçlemesi diye adlandırdığı bu kitaptaki üç oyunu, seçimle iktidara gelmiş Allende'yi deviren Şili'deki askeri darbe ile ilgili.

Şili'de Av, Pinochet tarafından Allende iktidarının devrildiği gün küçük bir kilise rahibinin evinde, dışardaki insan avından kaçan yedi gencin hesaplaşma, tartışma ve çatışmalarının evrensel boyutlu öyküsü.

Ölü Kentin Nabzı, 1977'de Pinochet'in baskı rejimine gizliden gizliye başlayan bir karşı koyma eylemini sezinleyen yazarın, böyle olası bir direniş hareketini anlatan oyunu.

Bir Başkana Ağıt, 11 Eylül darbe gecesi Başkanlık Sarayı'nda Allende'nin yaşadığı gerilimli saatleri anlatıyor. Şili'de darbenin yapıldığı gün, 11 Eylül 1973'de, darbeciler tarafından 35.000'i aşkın kişi öldürüldü. Bu darbe sırasında Cumhurbaşkanı Allende de, Başkanlık Sarayına saldıran Pinochet'in askerleri tarafından, kahramanca direnişine rağmen katledilmişti. Bir Başkana Ağıt, bu çağdaş trajediyi gerçekçi ve belgesel biçimde, yer yer şiirsel bir anlatımla veriyor. Çağımızın faşist darbelerinden birine tanıklık eden oyun, bu yapısıyla, evrensel bir temayı da sergilemiş oluyor." (13)

Orhan Asena Oyun yazarı, şair, çocuk hastalıkları uzmanı, 1950 sonrası Türk tiyatrosunun en önemli yazarlarından birisi olarak tanıtılıyor, daha çok tarihi konuları ele alan eserler verdiği, çok üretken bir oyun yazarı olduğu, “Türk tiyatrosunun Shakespeare’i” olarak anıldığı belirtiliyor. 1922’de Diyarbakır’da dünyaya gelmiş. Çocuk yaşlarda şiir ve öykü yazmaya başlamış.
İlk tiyatro çalışmalarını lise yıllarında yapmış. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirmiş. Anadolu'da hekim olarak çalışmış. 12 Mart döneminde Almanya’ya yerleşmek zorunda kalmış. İlk oyunu Tanrılar ve İnsanlar - Gılgamış, 1954-1955 tiyatro sezonunda Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiş ve 1959'da da kitap olarak yayımlanmış. 1960 yılında TDK tiyatro ödülü alan bu
yapıt İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça, İtalyanca dillerine çevrilmiş. (14)

Dostlar Tiyatrosu'nun 1973-1974 yıllarında sahnelediği Şili'de Av oyunu, 1975'te Tiyatro Dergisi Yılın Oyunu ödülü almış. (15)

....

Victor Jara




Bilim, doğanın sesini izleyerek onu anlıyor, bulgularıyla insana inanılmaz güçler kazandırıyor. Sanat, insanın ve toplumun çığlıklarını dinliyor, en can yakıcı olanlarını bunların unutulmaması, bir daha yaşanmaması için anlatmanın yollarını buluyor. Şili'deki acımasız insan avlarının öyküleri, Victor Jara'nın şarkılarının yürek yakan tonları evrenin derinliklerine sinmiş mi, duyulabiliyor mu? Şili'deki Pravda muhabiri Vladimir Çernisev, Jara'nın son anlarını şöyle anlatıyormuş:

Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor'un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle
kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar." (16)

....

Nihal Yeğinobalı



Ruhlar Evi'ni Nihal Yeğinobalı çevirmiş.

Nihal Yeğinobalı orta ve lise öğrenimini şimdiki adı Robert Kolej olan Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nde tamamlamış. Daha sonra ABD'ye giderek New York Eyalet Üniversitesi'nde edebiyat öğrenimi görmüş. Usta bir çevirmen olarak sayısız klasik ve çağdaş edebiyatçıyı, romanları ve öyküleriyle dilimize kazandırmış. Genç Kızlar adlı ilk romanını Vincent Ewing adlı ABD'li bir yazardan çeviri olduğunu söyleyerek yayımlatabilmiş. Bu kitap, çeviri bir kitap kandırmacasıyla yıllarca yeni basımlar yapmış. Daha sonra Mazi Kalbimde Bir Yaradır adlı ikinci romanı yayımlanmış. Üçüncü romanı olan Sitem de büyük bir ilgiyle karşılanmış. 

Cumhuriyet Çocuğu, yazarın kendi yaşam öyküsüymüş. (17) Özgeçmişinde, "“Gelin olmayacağım, öğretmen olacağım” diye tutturduğu aktarılıyor. (18)

....

Ruhlar Evi


Ruhlar Evi, on dört bölüm ve bir sonsözden oluşuyor. Kitapta bölüm başlıklarını veren bir liste yok. Şöyle bir liste yapılabilir:

1. Güzeller Güzeli Rosa
2. Üç Maria'lar
3. Gaibi Gören Clara
4. Ruhların Çağı
5. Aşıklar
6. Öç
7. Kardeşler
8. Kont
9. Küçük Alba
10. Gerileme Dönemi
11. Uyanış
12. Komplo
13. Terör
14. Gerçeğin Saati
Sonsöz



Her bölüm öykünün üç beyazının ve Şili'nin yakın tarihinin belirli kesitlerine karşılık geliyor.



Kitabın ilk sayfasında konu aldığı dönem ve kurgusuyla ilgili ipuçları veriliyor:

"Sonradan, dilsizlik döneminde, önemsiz olayları da kaydedecekti, elli yıl sonra benim geçmişe el koymak ve kendi ürkülerimi yenmek amacıyla onun defterlerinden yararlanacağımı aklından bile geçirmeyecekti." (19)

Clara'nın babası Severo del Valle "bir dinsiz ve mason", annesi Nivea "Tanrıyla aracısız alışveriş etmeyi yeğlerdi" sözleriyle tanıtılıyor. (20) Bölüme adını veren Rosa "garip güzelliğinde annesinin bile ayrımlamadan edemediği tedirgin edici bir şeyler vardı" (21), kitabın önemli karakteri Esteban Trueba "Rosa nişanlısı Esteban Trueba'yı pek az düşünürdü, sevmediği için değil de unutkanlığından" (22), Clara'nın dadısı "onun doğumuna yardım etmişti ve tuhaflıklarını gerçekten anlayan tek kişiydi" (23), Nivea'nın kardeşi Marcos "Marcos'u daha önce bir kez daha gömmüştü" (24) sözleriyle beliriyor. Marcos'un uçuş gösterisini görmek için toplanan kalabalık "Hiçbir politik toplantı böylesine çok sayıda insan çekemeyecekti, ta ki yarım yüzyıl sonra, ilk Marksist aday, tam anlamıyla demokratik yollardan Başkan olmaya kalkışıncaya kadar" (25) diyerek betimleniyor. Esteban Trueba'nın öyküsünün bazı bölümleri kendi sesinden anlatılıyor:

"Zor zamanlardı bunlar. Yirmi beş yaşlarımdaydım, gelgelelim geleceğimi kurup istediğim konuma ulaşabilmek için önümde çok az zamanım kalmış gibi geliyordu. Hayvanlar gibi çalışıyordum. Kendi isteğimle değil de pazar günlerinin boşluğu yüzünden fazla oturup dinlendiğim sıralarda hayatımdan değerli dakikalar yitiriyormuşum gibi bir duyguya kapılırdım: çalışmasız geçen her dakika Rosa'dan uzak geçen yeni bir yüzyıldı." (26)

Ablası Ferula öyküye "Ablam Ferula da del Valle'lerin dedeleriyle bizimkiler arasında uzak bağlantılar bularak ve kilise çıkışlarında her fırsattan yararlanıp onları selamlayarak benim onlara yaklaşmama yardımcı oldu" sözleriyle giriyor. (27)

Kitapta önemli bir yeri olan büyük çiftliğin adı Esteban'ın ablası Ferula'yla konuşmasında geçiyor:

"Sanırım kent dışına gideceğim, belki de Tres Marias'a."

"Orası harabe halinde, Esteban. Oldum olası söyledim sana, en iyisi orasını satmak diye, ama ne yapalım, sende katır inadı var." (28)

Esteban ve Ferula'nın babaları "Babaları Trueba, anneleri Dona Ester'in yaşantısında üzücü bir kazadan başka bir şey değildi. Dona Ester kendi sınıfından biriyle evlenecekken bu işe yaramaz ilk kuşak göçmenine delice gönül vermişti" (29) sözleriyle tanıtılıyor.

Esteban Trueba, Tres Marias'a gidiyor ve kendisiyle aynı yaşlarda olması gereken, ama daha yaşlı gösteren Pedro Segundo Garcia ile tanışıyor. (30) Yaptıklarını sonradan şöyle özetliyor:

"İyi bir patron olmadığıma kimse inandıramaz beni. Tres Marias'ı o çökmüş haliyle, bir de şimdi, örnek bir çiftlik durumundayken gören herkes bana hak vermek zorundadır. İşte bu yüzden kız torunumun sınıf çatışması dediği teraneyi benimseyemiyorum. Çünkü aslını ararsanız o zavallı, yoksul köylüler bugün, elli yıl öncesinden çok daha kötü durumdalar. Ben baba gibiydim onlara. Toprak reformu işleri herkes için berbat etti." (31)

Çiftlik yaşamındaki yalnızlığı Esteban'ın "battaniyelerin pek ağır, çarşaflarınsa pek hafif geldiği zor geceler" geçirmeye başlamasına neden oluyor. Sağduyusu ona bir kadın bulması gerektiğini söylüyor. (32) Seçimini yapıyor. "Kızın adı Pancha Garcia, yaşı on beşti." Onu aramaya çıkıyor. Kızı belinden kavrıyor, hayvansı bir ıhlamayla kaldırıyor, önüne, eyerin üstüne oturtuyor. Kız karşı koymuyor. Irmağa yöneliyor, hiç konuşmadan yere iniyorlar. Esteban üstündekileri çıkarmadan yabanılca saldırıyor kıza. Pancha Garcia kendini savunmak için çaba harcamıyor. "Ondan önce annesi, annesinden önce de ninesi bu yazgının kurbanı olmuşlardı." O gece Esteban düşlerinde Rosa'yı görmeden uyuyor. Ertesi sabah hayat dolu uyanıyor. (33)

Esteban Trueba çiftliğini geliştirip yörenin en saygın patronu olurken "çevresine uygarlık getirdiği bahanesiyle vicdanını" susturuyor. Doğru dürüst ücret vermesi söylendiğinde bu sözleri dinlemiyor, "Komünistlik kokuyor", "Oy hakkı verirsen bunlar komünistleri bile seçebilirler" diyor. Bir yandan da "sanki büyü yoluyla yerden biten piçler" çoğalıyor. "Bir kızı tarlada yere yatırmasıyla gebe bırakması bir oluyor." Avrupa'daki savaş sona eriyor. Seçim yılında "kendi memleketlerindeki açlıktan kaçan, sürülü tarlalarda çürüyen ölülerin görüntüsüyle bomba gümbürtüsünden serseme dönmüş, uyurgezer bir kıyıya çıkan göçmenlerle dolu gemiler" bozguncu fikirler getiriyor. Yukarı sınıflar konumlarını tehdit eden tehlikenin ayırdına varmıyorlar. Bu durum "Zenginler çarliston havası, yepyeni caz ritimleri, fokstrot müziğiyle ve harikulade ayıp sözlü zenci cumbias'larla dansederek eğleniyorlardı. Avrupa'ya yapılan gemi yolculukları dört savaş yılı boyunca durduktan sonra gene başlamıştı. Hele Kuzey Amerika'ya gitmek şimdi günün modasıydı" sözleriyle anlatılıyor. (34)

Esteban Treuba'ya borçlanan ve borcunu yıllar sonra beklenmedik bir biçimde ödeyen Transito Soto, toprak sahiplerinin akşamları uğradıkları Kırmızı Fener'in en güzel dansedeni, sarhoşların saldırılarına en iyi karşı koyanı olarak "yorulmak bilmez, hiç yakınmazdı. Sanki Tibet'lilerin hünerine sahipti de o sıska, yeni yetme vücudunu müşterinin kollarına bırakırken ruhunu uzaklarda
bir yere uçurabilirdi" sözleriyle tanıtılıyor. (35)

"Konuşmanın anlamsız ve gereksiz olduğuna karar verip kendini sessizliğin içine kilitlediğinde Clara on yaşındaydı." Clara'nın Esteban'ın öyküsüne ağırlıklı olarak girdiği bölüm böyle başlıyor. (36) "Küçük Clara durmadan okuyordu. Ayrım tanımayan bir kitap sevgisi vardı. Marcos Dayısının o sihirli sandıklarındaki büyülü kitapları sevdiği kadar babasının çalışma odasındaki Liberal Parti belgelerini okumayı da seviyordu" sözleriyle tanıtılıyor. (37) Esteban yeni bir yaşam kuruyor. "Esteban tuğla ustalarından, marangozlardan, su tesisatçılarınan bir takım tuttu ve onları işe koşarak düşünebildiği en büyük, en güneşli, en sağlam evi yaptırmaya başladı. Bu ev bin yıl dayanacak ve yasal Trueba'lardan oluşan verimli bir soyu barındıracaktı." (38) İkinci beyaz Blanca "Çoğu çocukların daha kıçlarında bezle dolaştıkları yaşta Blanca zeki bir cüceyi andırıyordu" sözleriyle sahneye çıkıyor. (39) Pedro Tercero Garcia için de "Orada duran, Blanca yaşlarında, burnu sümüklü oğlan çocuğunu kimse ayrımlamadı. Çocuğun çıplak karnı parazitler yüzünden şişti ve dünyaya ihtiyar bir adamın bakışıyla bakan çok güzel, kapkara gözleri vardı. Bu, kahyanın oğluydu; adına, babasıyla dedesinden ayırt edilsin diye Pedro Tercero Garcia demişlerdi" deniyor. (40)

"İkizlerin doğumundan sonra Clara kendini çarçabuk toparladı. Çocukların bakımını görümcesiyle Dadı'ya bırakmıştı." (41) Yaşamları böyle başlayan Jaime ve Nicolas o günlerde yaygın olan "büyüyüp erkek olmalıyız" inancına bağlı olarak güçlü ve acımasız davranıyor, kuyruklarını koparmak için kertenkelelerin peşinde koşuyor, yarıştırmak için fare avlıyor, kanatlarındaki tozları
silmek için kelebek tutuyorlar. (42)

Pedro Tercero Garcia'nın düşünceleri "Tres Marias'ta adaletten konuştuğu bir gerçekti. Yakalandığı zaman babasından yediği dayaklara karşın efendiye karşı gelmeyi göze alabilen tek köylü oydu. Çocukluğundan beri gizlice kasabaya giderek ödünç kitap alır, gazete okur, okuldaki öğretmenle konuşurdu. Bu öğretmen yıllar sonra iki gözünün arasına yiyeceği bir kurşunla vurulup
ölecek olan ateşli bir komünistti. Delikanlı aynı zamanda geceleri gizlice San Lucas'taki bara giderek bir takım sendika liderleriyle buluşuyordu" sözleriyle aktarılıyor. Blanca'yla çocukluktan başlayan yakınlıkları anlatılıyor. (43) Bir gün Blanca, Pedro kendisinden kaçıp uzaklaşınca güceniyor. Aynanın karşısına geçip geceliğini çıkarıyor, vücudunu ayrıntılarıyla inceliyor.
Arkadaşının bu değişimler yüzünden uzaklaştığını anlıyor. (44) Yazı, "onları hala avucunda tutan çocuklukla kadın ve erkek yapacak olan uyanma çağının arasında bocalayarak" geçiriyorlar. Henüz öyle masumlar ki "eskisi gibi hiç merak duymadan soyunup ırmakta çırılçıplak yüzebiliyorlar." (45) "Bu geçen üç ay süresinde birbirlerini, ömür boyu yakalarını bırakmayacak bir ateşle,
kendilerinden geçercesine sevmeyi" öğreniyorlar. (46)

Kont Jean de Satigny "Ülke başkanlık seçimine hazırlanmaktaydı. Kasabanın tutucu siyaset adamlarının bir yemeğinde Esteban Trueba Kont Jean de Satigny'le tanıştı" girişiyle "tırnaklarını cilalayıp gözlerine mavi renkli damla damlatan", "bütün bilinen uygarlık kurallarına saygı" gösteren biri olarak tanıtılıyor. (47)

İhtiyar Pedro Garcia'nın torununun çocuğu ve patronun adını taşıyan tek piçi Esteban Garcia'nın oğlu Esteban Garcia, başkanlık seçimlerinden hemen önce büyük dedesinin öldüğü gün "bir tavuğun gözüne çivi" soktuğu sahneyle beliriyor. Ninesi Pancha Garcia'nın "Senin baban Blanca'yla Jaime ve Nicolas'ın yerine doğsaydı Tres Marias'ın mirasçısı olur hatta canı isterse cumhurbaşkanı bile seçilebilirdi" diye onun çocukluğunu zehirlemeyi başardığı söyleniyor. Küçük Esteban Garcia Esteban Trueba'dan, baştan çıkardığı ninesi Pancha'dan, piç olan babasından, kendi değişmez yazgısından nefret ediyor. Dedesi yere yığıldığında çivisini eline alıp tam onun da gözüne batıracağı sırada Blanca gelerek onu kenara itiyor. (48)


Blanca'nın kocasının gizli kişiliğini ortaya vuran fotoğraflarla karşılaştığında yaşadığı şokun nedenleri "yeniyetmeliğin çalkantılarını hiç bilmemiş" olmasıyla açıklanıyor. "Yaşıtları gizliden gizliye, ateşli aşıklar ve bekâretlerini yitirmek için içleri giden bakireler üstüne yasak aşk romanları okurken o manastır bahçesindeki erik ağacının altına oturur, gözlerini yumar ve Pedro Tercero Garcia'nın şahane görüntüsünü hayalinde canlandırırdı, onu kollarında tutarken, okşayıp öper, gitarıyla ulaştığı derin uyuma onunla da ulaşırken... Kendi içgüdüleri uyanır uyanmaz doyumlandığından Blanca şehvetin başka biçimlere girebileceğini hiç düşünmemişti" deniyor. (49)

Adları duru ve beyaz anlamına gelen kadınların üçüncüsü "Olağanüstü minik bir yaratık, kafası hemen hemen kel, buruşuk ve uçuk renkli, yalnızca o ışıl ışıl siyah gözlerinde insanca bir zeka seçiliyor. Bu gözler, Alba daha beşikteyken bile yüzyılların bilgeliğini taşıtan bir ifadeyle bakardı" ve "neredeyse çölün orta yerinde, öğleden sonranın saat üçünde, dar vagonlu bir trende
doğuyordu" sözleriyle geliyor. (50)

Blanca'nın annesi Clara, torunu Alba'nın değil Jean de Satigny'ye, kendi ailelerinden kimseye benzemediğini fark edince gözlerini kimden almış olabileceğini soruyor. Blanca boş bulunup babasının gözleri diyerek açık verince Clara "Pedro Tercero Garcia, herhalde" diyor. Bu, Alba'nın babası konusunun aile içinde ilk ve son açılışı oluyor. (51)

Ufak tefek belirtiler, Alba'yı görünce gözlerinde beliren pırıltı, ona aldığı pahalı armağanlar, ağladığını duyunca kapıldığı derin üzüntü, torununun evdeki varlığının Esteban Trueba'nın kişiliğine kazandırdığı tatlılığı gösteriyor. O dönemde Senatör Trueba vatanının yazgısını değiştirmeye çalışırken karısı da sosyal yaşamın dalgalı denizlerinde ve ruhsal yolculuğunun şaşırtıcı enginlerinde gemisini ustalıkla yürütüyor. Clara'nın aç gezerken görüp acıyarak eve aldığı genç bir sanatçı onun elde bulunan tek portresini çiziyor. Sonradan bu yoksul sanatçınınn bir üstat ressam olduğu kabul ediliyor, resimleri Londra'daki bir müzede yer alıyor. Baskı dönemi kurbanlarını besleyebilmek için birçok kişi eşyasını satmak zorunda kalınca sayısız sanat yapıtının da yurtdışına çıktığı belirtiliyor. Resim şöyle betimleniyor: "Tuvalde beyazlar giymiş orta yaşlı bir kadın görülüyor, gümüş saçları ve trapez sanatçılarını andıran tatlı bakışlarıyla bir salıncaklı koltuğa oturmuş, koltuk da yerden hemen yukarda, havada duruyor, çiçekli perdelerle başaşağı uçan bir vazonun arasında. Şişman bir kara kedi de kalantor bir beyefendi edasıyla bu sahneyi
seyretmekte. Kataloga göre Chagall'ın etkisi ama değil. Resim, sanatçının Clara'nın evinde tanık olduğu realiteyi olduğu gibi yakalamış." (52)

Alba okula gitmiyor. Anneannesi, onun kadar yıldızı barışık ve kısmetli birinin okuma yazma dışında hiçbir şey bilmesine gerek olmadığını, bunları da evde öğrenebileceğini düşünüyor. Alba beş yaşındayken kahvaltı masasında gazeteleri okumaya ve haberleri dedesiyle tartışmaya başlıyor. Altı yaşındayken büyük dayısı Marcos'un sihirli sandıklarındaki büyülü kitaplarını keşfediyor ve
imgelerin dönüşü olmayan dünyasına tümüyle giriyor. (53)

İki dayısıyla da ilişkisi çok yakın oluyor ama gözdesi Nicolas değil Jaime. Onun kitap tünelinin anahtarı ve kitapları çıkarıp okuma izni yalnız Alba'ya veriliyor. Senatör Trueba ne zaman küçük Alba'nın Jaime dayısının tıp kitapçıklarını okuduğunu görse "Bu çocuk zır deli mor budala olup çıkacak sonunda!" diyor. (54)

Trueba yılda iki kez torununu alıp Tres Marias'a gidiyor, orada torunuyla geçirdiği dakikaları tüm hayatının en mutlu dakikaları olarak anımsıyor. (55)

Bir gün annesi Blanca Alba'ya ünlü birisi olduğunu söyleyip "Sesini radyoda dinliyorsun" diyerek şarkıcı Pedro Tercero'yla tanıştırıyor. Alba, Japon bahçelerinde tanıdığı adamın şarkılarını radyoda dinlemeyi çok seviyor. Bir gün dedesi Senatör Trueba kilere gelip radyodaki sesi duyunca bastonuyla aygıtı parça parça ediyor. (56)

Trueba, torunu Alba kiracı köylülerin neden mülkün sahibi olmadığını sorunca gürlüyor, "Jaime dayın kafana Bolşevik fikirleri sokuyor senin!" diyerek gürlüyor. (57)

Küçük bir çocukken Alba, Esteban Garcia'yla karşılaşıyor. Delikanlı bu küçük kız çocuğundan neredeyse Trueba'dan nefret ettiği kadar nefret ediyor, Alba'nın onun hiçbir zaman elde edemeyeceği, olamayacağı şeyleri simgelediğini düşünüyor. İçinden onu incitmek, kırıp ortadan kaldırmak geliyor ama bir yandan da yumuşak tenini elinin altında bulundurmak istiyor. Dizlerini okşuyor, gözlerini yumuup bir eliyle çocuğun boynunu tutuyor, parmaklarını belli belirsiz sıkıyor, çocuk öyle minicik ki onu kolayca boğabileceğini algılıyor, bunu yapmayı çok istiyor, şiddetli bir şehvet depreşmesi içinde, öbür elini çocuğun eteğinin altına sokarak parmaklarını bacağının yukarısına doğru yürütüyor, göğsü inip kalkarak soluyor, çocuğun elini alarak kendi sertleşmiş seks
organına bastırıyor, "Bu nedir, biliyor musun?" diye soruyor. Alba "Senin penisin" diye yanıtlıyor. Çünkü Jaime dayısının tıp kitaplarının resimlerinde ve arada çırılçıplak dolaşarak Uzakdoğu egzersizleri yapan Nicolas dayısında görmüş. (58)

Alba'nın yedinci yaş gününde anneannesi Clara tatlı bir uykuya dalar gibi oluyor. Kendine geldiğinde Clara torununun kendi elinin içindeki elini ayrımlayarak "Ben öleceğim, bir tanem, değil mi?" diye soruyor. (59)

Trueba her parlamento seçiminde yeniden senatör seçiliyor. Tek tutkusu halk arasında yayılmaya başlayan "Marksist kanser" dediği şeyi tepelemek. "Hangi taşı kaldırsan altından bir komünist çıkıyor!" diyor ama ona kimse, komünistler bile inanmıyor, her baktığı yerde tehlike gören Albay Hurtado bile komünistleri tehlike saymıyor. Trueba sorunun yalnızca komünistler olmadığını,
sosyalistlerin, radikallerin ve daha bir sürü fraksiyonun bulunduğunu söylüyor, onun gözünde kendisinin dışındaki tüm partiler Marksist olmaya aday, sola "demokrasi düşmanı" adını ilk kendisi takacak kadar akıllı. Ama yıllar sonra bunun diktatörlüğün sloganı olacağını bilmiyor. Bu fırtınalı yıllarda Pedro Tercero Garcia'nın o kadife sesi radyo denen mucize sayesinde ülkenin en
uzak köşelerine ulaşabiliyor. Tavuklarla tilkilerden çıktığı yolunda şimdi hayat, dostluk, aşk ve devrim üstüne şarkılar söylüyor. Yaptığı müzik çok tutuluyor. Trueba onun varlığını gözardı ediyor, eve radyo girmesine izin vermemekte diretiyor. Kendisi yatak odasındaki radyodan yalnızca haberleri dinliyor. Pedro Tercero Garcia'nın kendi oğlu Jaime'nin en iyi arkadaşı olduğundan, kızı
Blanca'nın bavulunu alıp özürler geveleyerek çıkıp gittiğinde onunla buluştuğundan, kimi pazar günlerinde Pedro Tercero'nun Alba'yla kırlarda yürüyüşler yaptığından hiçbir zaman kuşkulanmıyor. (60)

Trueba'nın Afrodit'le karşılaşması kendi sesinden anlatılıyor:

"Ve Afrodit odaya girdi. Saçları üç kat yüksekliğinde kaldırılmıştı, omuzundan dizine doğru yapma üzüm salkımları sallanıyor ve üstündeki birkaç kat tül vücudunu zarzor örtüyordu. Transito Soto'ydu bu. O panayır tülleriyle tatsız üzümlerin yanısıra belirgin bir mitolojik görünüme bürünmüştü."

"Orospularla eşcinsellerin, olağanüstü başarıya ulaşmış olan kooperatifini anlattı bana. Elele vererek Christopher Columbus'u o sözümona Fransız madamın sürüklediği yıkıntıdan kurtarmışlar ve toplumda yeri olan bir olay, ünlü denizcilerin arasından kulaktan kulağa gezerek en uzak denizlere ulaşan bir tarihsel anıt durumuna yükseltmişlerdi."

"Transito üstündeki son tül parçasını da çıkardı ve o şahane çıplaklığı beni öylesine etkiledi ki o saat ölümcül bir yorgunluk duydum."

"Vücudunu öpücüklere boğmaya başladım; kokusunu içime sindirerek dudaklarımı bastırdıkça, dilimi dolaştırdıkça yüreğimdeki acıyı da, yılların ağır yükünü de unutmuştum."

"Şehvetim eski zamanlardaki gücüyle geri geldi; öpüşlerimi, okşayışlarımı kesmeden sırtımdakileri delice çekip çıkardım."

"Bir an Transito Soto'nun her zaman gereksindiğim kadın olduğu üstüne bir düşlem kurdum; onu yanıma alırsam eskiye, gürbüz bir köylü kadını kaldırıp atımın terkisine çektiğim ve zorla sazların arasına sürükleyebildiğim günlere geri dönebilecektim sanki."

" 'Clara...' diye mırıldandım hiç düşünmeden ve yanağımdan aşağı bir yaş yuvarlandı, sonra bir daha, bir daha ve sonunda bir keder sağanağı, bir hıçkırık seli, bir özlem ve üzgü boğuntusu olup çıktı." (61)

Miguel, Alba'nın dünyasına "hukuk fakültesinin son sınıfında solgun benizli, gözleri hummalı bir öğrenci", ihtirasların en gem vurulmazı olan adalet ateşiyle tutuşan" solcu bir lider olarak giriyor. Gözleri kamaşarak birbirlerine bakakalıyorlar, o dakikadan sonra yakındaki parkın yapraklı yollarında buluşmak için her fırsattan yararlanır oluyorlar. Alba, Esteban Trueba'nın torunu olduğunu söylememeye karar veriyor, öte yandan öğrenciler arasında çok sevilen Pedro Tercero'yla ve küçükken dizlerinde oturduğu, şimdi her dilde tanınan ve şiirleri slogan niyetine duvarlara yazılan Şair'le dost olduğunu söyleyip övünebileceğini düşünüyor. Miguel devrimden konuşuyor. Alba politaya meraklı olmasa da üniversitede ondan kaçınmak olanaksız. Bütün öğrenciler gibi kafelerde sabahlara dek süren toplantıların tadını alıyor. Dünyada yapılması gereken değişiklikleri konuşuyor, birbirlerinden fikirlerin ateşini kapıyorlar. Alba zamanı gelince yüce bir dava için canını vereceğinden emin. Bir gün, grev yapan işçilerle dayanışma için üniversitede bir binayı işgal eden öğrencilerin arasına o da karışıyor, herhangi bir ideolojik inanç değil, Miguel'e aşkı uğruna.

Günlerce binada üsleniyorlar. Olup bitenler savaştan çok oyun gibi. İlk gün barikat kurmak, o masum savunmalarını örgütlemek, pankart yazmak ve telefonda konuşmak işlerine kendilerini öyle kaptırıyorlar ki polis sularıyla elektriklerini kesince kaygılanmak akıllarına gelmiyor. Miguel eylemin can damarı oluyor, sakat bacaklarına karşın en sona dek yanlarında kalan hocaları Sebastian Gomez de onları destekliyor. (62)

"Komplo" bölümü, "Tıpkı Aday'ın önceden bilmiş olduğu gibi, Başkanlık seçimlerini soldaki öbür partilerle birleşen Sosyalistler kazandı" girişiyle başlıyor, her zaman kazananların seçimden önceki haftaları zafer hazırlıklarıyla geçirdiği, Senatör Trueba'nın zafer beklentisiyle katıksız yas siyahını bozup yakasına kırmızı bir gül taktığı anlatılıyor. Belirginleşen sonuçları ancak bir mucizenin değiştirebileceği görülünce Yukarı Semt'in o beyaz, mavi, sarı evlerinde panjurlar indiriliyor, kapılar sürgüleniyor, kendi adaylarının balkondan asılmış portreleriyle bayraklar çarçabuk kaldırılıyor. Bu arada gecekondu mahalleleriyle işçi semtlerinde hemen herkes bayramlık giysileriyle sokağa dökülüp neşe içinde kent merkezine doğru ilerliyor. Gece yarısında kazanan ilan ediliyor, kutlamalar başlıyor:



"Göz açıp kapayana dek dağınık gruplar büyüdü, kabardı, taştı ve sokaklar zıplayıp sıçrayani bağrışan, kucaklaşıp kahkahalarla gülen coşkulu insanlarla doldu."

"Görülmedik bir manzaraydı bu: sıradan vatandaşlar -kalın tabanlı iş kunduralarıyla fabrika işçileri, kucakları bebeli kadınlar, ceketsiz öğrenciler- eskiden kırk yılda bir girdikleri ve tamamen yabancısı oldukları o zenginlere özgü semtte serinkanlılıkla yürüyorlardı. Şarkılarının yankısı, ayak sesleri, meşalelerinin parıltısı panjurları kapanmış sessiz evlerin içine sızıyordu. Burada kendi terör kehanetlerine inanmış insanlar her an halk yığınlarınca lokma lokma doğranmayı, ya da şansları varsa varları yokları ellerinden alınarak Sibirya'ya yollanmayı bekleyerek korku içinde titreşiyorlardı. Gelgelelim ortada onların kapılarını kıran, çiçek yataklarını ezip kükreyen bir kalabalık yoktu."

"Ahali sevinçten kendilerinden geçmiş durumda bütün gece yürüdü. Zenginlerin evlerindeyse şampanyalar açılmadan kaldı, ıstakozlar gümüş tepsiler üzerinde unutuldu, pastalara sinekler düştü." (63)

Darbe sonrası içinse şunlar söylenmiş:



"Askeri yönetim bir kalem vuruşuyla dünya tarihini değiştirdi, rejimin hoş görmediği kaç olay,ideoloji ve kişi varsa hepsini sildi. Haritaları yeniden düzenlediler, çünkü Kuzeyin tepede, sevgili anavatandan uzaklarda olmasına hiçbir nedence yoktu; aşağıya yerleştirilirse göze daha hoş görünürdü. Yetkililer elleri değmişken uçsuz bucaksız kıyı suları da çizdiler,"

"İlkin yalnızca basın yayını kapsayan sansür çok geçmeden kitapları, şarkı sözlerini, film senaryolarını içine almaya başladı. Askeri emirle yasaklanan sözcükler bile vardı, companero sözcüğü gibi. Resmen yasaklanmamış olmakla birlikte ağıza alınamayan sözcükler de vardı, özgürlük gibi, adalet ve sendika gibi. Bunca faşistin bir gecede nereden bittiğine Alba şaşıp kalıyordu, çünkü ülkenin uzun demokratik tarihinde faşistler daha önce pek göze çarpmamışlar ve ülke yaşamında hiçbir zaman önemli bir rol oynamamışlardı."

"Birçok öğretim üyeleri, siyasi polisin elindeki bir karaliste uyarınca işten atılmış, tutuklanmış, ya da ortadan yitip gitmişlerdi." (64)



"Şair deniz kıyısındaki evinde ölüyordu. Sağlığı epeydir bozuktu ve son olaylar onun yaşama arzusunu tüketmişti. Askerler kapısını kırıp evine girmişler, kaçak silah ve komünist aramak bahanesiyle onun salyangoz koleksiyonunu, deniz kabuklarını, kelebeklerini, şişelerini, yedi denizden bulup getirmiş olduğu gemi süslerini, kitaplarını, tablolarını, bitmemiş şiirlerini yağmalamaya girişmişlerdi, öyle ki göğsünün içinde çarpan şair yüreği teklemeye başlamıştı. Onu başkente götürdüler, şair dört gün sonra burada öldü. Yaşama türkü söylemiş olan bu adamın son sözleri, "Onları vuracaklar! Onları vuracaklar!" oldu. Ölüm saatinde dostlarının hiçbiri başucuna gelemedi: hepsi kaçak, sürgün ya da ölüydüler. Sırttaki mavi evi yarı harabe durumundaydı, zemini yakılmış, pencereleri kırılmış. Bu, komşuların dediği gibi askerlerin işi miydi, yoksa askerlerin dediği gibi komşuların işi miydi, kimse bilmiyordu. Dünyanın her köşesinden cenazesinde bulunmak üzere gelen gazetecilerin yanında gelmek yiğitliğini gösteren bir avuç insanın katılımıyla cenaze töreni yapıldı. Senatör Trueba ideolojik yönden onun düşmanıydı, ne var ki onu çok zaman evinde ağırlamıştı ve şiirlerini ezbere biliyordu. Yanında torunu Alba'yla tepeden tırnağa siyahlar giymiş olarak törene katıldı."



"Sessizlik içinde yürüyorlardı. Birden birisi boğuk bir sesle Şair'in adını çağırdı ve herkes bir ağızdan yanıtladı: 'Burda! Şimdi ve her zaman!' Sanki bir sübap açılmış ve o günlerin olanca acısı, korku ve öfkesi oradakilerin bağırlarından kopup sokağa dökülerek müthiş bir haykırışla kapkara bulutlara yükselmişti. Bir başkası 'Companero Başkan!' diye bağırdı ve hep bir ağızdan yas
tutanların vaveylasıyla yanıtladılar: 'Burada! Şimdi ve her zaman!' Şairin cenaze töreni özgürlüğün simgesel törenine dönüşmüştü."

"Alba, 'Yaşamasını bildiği gibi ölmesini de bildi!' diye karşılık verdi." (65)

Kitap Alba'nın öyküsüyle sonlanıyor:

"Alba korkuyordu. Nicolas Dayısının öğretilerini, korkudan korkmak konusundaki uyarılarını anımsadı: aklını, vücudunun titremesini denetleme ve ona kadar gelen ürkünç seslere kulaklarını kapama çabasında topladı. Miguel'le geçirdiği en mutlu zamanları gözünde canlandırmaya çalıştı; zamandan baskın çıkmak, kendini beklediğini bildiği şeye karşı hazırlıklı olmak istiyordu."

"Acımasız bir tokat onu yere yıktı, hırpalayan eller yerden kaldırdı. Yırtıcı parmaklar memelerini kavrayarak meme uçlarını ezmeye başladı. Alba korkuya tümden yenik düşmüştü." (66)

"O gece Alba onun ilk olarak, acısını bastırmak için battaniyeyi yüzüne örtüp ağladığını duydu. Gidip onu kucakladı, pışpışlayarak gözlerini kuruladı. Düşünebildiği bütün şefkat sözcüklerini söyledi ona, gelgelelim o gece Ana Diaz'ın avunması olanaksızdı."

"Erkeklerin her geçişinde Ana'yla Alba umarsızlıklarının verdiği güçle şarkıya başlıyorlardı ve öbür hücrelerden de kadın sesleri yükseliyordu." (67)

"Alba ninesinin sözünü dinlemeye yeltendi, ne var ki kafasında not tutmaya başlar başlamaz hücre öyküsündeki kişilerle dolup taşmaya başladı."

"Alba onların söylediklerini yıldırım hızıyla not ediyordu ama umutsuzluk içindeydi çünkü o bir sayfayı doldururken bir önceki sayfa siliniyordu." (68)

"Bütün gece oturup konuştuk. Ülkemizin yetiştirdiği çilekeş, dayanıklı, pratik kadınlardan biriydi: hani hayatından geçen her erkekten bir çocuk edinir, üstüne üstelik başkalarının terkettiği çocukları, kendi yoksul akrabalarını da evine alır, ihtiyacı olanan ana, kardeş, teyze olur, birçok yaşamların ortadireği olan, büyüttüğü çocukların kendini bırakıp gitmelerine izin veren bir kadın; erkeklerinin de gitmesine izin verir, tek bir sitem etmeden, çünkü tasalanacak daha önemli konuları vardır." (69)

"Benim dedem onun ninesi Pancha Garcia'yı ırmak boyundaki sazların arasında yere yıktığı gün olaylar zincirine yeni bir halka ekledi ki bu zincirin kendi kendini tamamlaması kaçınılmazdı." (70)

....

Kitap Arkası adıyla başladığım bu yazılardaki ilk yapıt Homeros'un İlyada'sıydı. (71, 72) İkincisi Isabelle Allende'nin Ruhlar Evi oldu. Sıralamaları rastlantılar belirliyor. Ancak bu kitabın tarihin dönüm noktalarından biriyle ilgili ve önemli olduğunu, uluslarası ekonomik sistemdeki çürümenin başlangıcı olarak değerlendirilebilecek bir kesitle ilgili ipuçları verdiğini düşünüyorum. Seçimle yönetime gelen bir başkanın, çıkarlarına ters düştüğü için egemen güçlerce kanlı bir bir askeri darbeyle devrilip öldürtülmesi, demokrasi ve serbestlik iddiasındaki kapitalist dünyanın tüm değerleriyle birlikte aslında kendisini de reddetmesi anlamına geliyordu. Bunun yarattığı çöküş hızlı oldu, yaraları da sarılamadı. Bundan sonra sarılması da kolay değil.

1. Isabel Allende, Ruhlar Evi, Türkçesi Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 1995.
5. The Isabelle Allende Foundation, http://isabelallende.org

9. Isabel Allende, Tales of Passion—TED Conference, http://isabelallende.com/en/speech/1
10. Isabel Allende, Perspectives, http://isabelallende.com/ia/en/perspectives

12. Orhan Asena, Toplu Oyunları-1 Şili'de Av / Bir Başkana Ağıt / Ölü Kentin Nabzı, http://kitap.antoloji.com/toplu-oyunlari-1-sili-de-av-bir-baskana-agit-olu-kentin-nabzi-kitabi/
13. Orhan Asena, Toplu Oyunları-1 Şili'de Av / Bir Başkana Ağıt / Ölü Kentin Nabzı,

19. Ruhlar Evi, Sayfa 7
20. Ruhlar Evi, Sayfa 9

21. Ruhlar Evi, Sayfa 10
22. Ruhlar Evi, Sayfa 11
23. Ruhlar Evi, Sayfa 14
24. Ruhlar Evi, Sayfa 15
25. Ruhlar Evi, Sayfa 19

26. Ruhlar Evi, Sayfa 26
27. Ruhlar Evi, Sayfa 29
28. Ruhlar Evi, Sayfa 49
29. Ruhlar Evi, Sayfa 50
30. Ruhlar Evi, Sayfa 55

31. Ruhlar Evi, Sayfa 56
32. Ruhlar Evi, Sayfa 60
33. Ruhlar Evi, Sayfa 61-62
34. Ruhlar Evi, Sayfa 67-72
35. Ruhlar Evi, Sayfa 73

36. Ruhlar Evi, Sayfa 77
37. Ruhlar Evi, Sayfa 79
38. Ruhlar Evi, Sayfa 95
39. Ruhlar Evi, Sayfa 107
40. Ruhlar Evi, Sayfa 108

41. Ruhlar Evi, Sayfa 127
42. Ruhlar Evi, Sayfa 131
43. Ruhlar Evi, Sayfa 140
44. Ruhlar Evi, Sayfa 147
45. Ruhlar Evi, Sayfa 149

46. Ruhlar Evi, Sayfa 150
47. Ruhlar Evi, Sayfa 182
48. Ruhlar Evi, Sayfa 189-190
49. Ruhlar Evi, Sayfa 258
50. Ruhlar Evi, Sayfa 261

51. Ruhlar Evi, Sayfa 263
52. Ruhlar Evi, Sayfa 265-266
53. Ruhlar Evi, Sayfa 267
54. Ruhlar Evi, Sayfa 269
55. Ruhlar Evi, Sayfa 273

56. Ruhlar Evi, Sayfa 276-277
57. Ruhlar Evi, Sayfa 282
58. Ruhlar Evi, Sayfa 284-285
59. Ruhlar Evi, Sayfa 288-289
60. Ruhlar Evi, Sayfa 305-308

61. Ruhlar Evi, 313-315
62. Ruhlar Evi, 317-319
63. Ruhlar Evi, 337-339
64. Ruhlar Evi, 381-382
65. Ruhlar Evi, 385-387

66. Ruhlar Evi, 403-404
67. Ruhlar Evi, 410
68. Ruhlar Evi, 412
69. Ruhlar Evi, 428
70. Ruhlar Evi, 430

1 yorum:

  1. Yazınızı bir solukta okudum.Yazar ve kitap hakkında cok güzel bilgiler var.Verilen emek ve karsılıgında derlediğiniz bu bilgiler için cok tesekkür ederim.

    YanıtlaSil