"Anneme,
büyükanneme ve bu öyküdeki bütün olağanüstü kadınlara."
Ruhlar
Evi (1) bu sunuşla başlıyor. Sonra Pablo Neruda'dan bir alıntı
var:
"İnsan
dediğin kaç zaman yaşar sonunda?
Bin
gün müdür yaşadığı tek gün mü yoksa?
Bir
haftacık mı? Yüzlerce yıl mı?
Kaç
zaman sürer kişinin ölmesi?
Ya
sonsuzluk, onun anlamı ne?"
On
dört bölümün ilki "Güzeller Güzeli Rosa". Kitabın
ilk cümlesi "Barrabas bize denizden geldi, diye yazdı Clara
adındaki çocuk, o güzel, çıtkırıldım yazısıyla."
Romandaki olağanüstü kadınlardan, üç beyazdan birini böylece
tanımaya başlıyoruz. Büyülü bir dünyanın, gerçeğe hiç de
uzak olmayan kapısı böyle açılıyor.
Öykünün
olağanüstü kadınlarından üçünün ayrı bir yeri var. Üç
beyazın, temizliğin ve iyiliğin simgeleri Clara'nın, Blanca'nın
ve Alba'nın. Anlatılan ana öykü Esteban Trueba'nın, nişanlısı
Rosa'yla evlenmek için zengin olmayı kafasına koyan ve çabalarına
bir madende başlayıp büyük bir çiftlikte başarıya ulaşan genç
bir adamın uzun yaşamına dayanıyor. Romanın ana kahramanının
Şili ve onun 20. yüzyıldaki değişim süreçlerinde acılar
içinde varlıklarını sürdürmeye çalışan çileli insanları
olduğunu söylemek de yanlış olmaz.
İyi
bir öykü, yalnızca kişilerin sınırlı bir zaman dilimine
sıkışmış yaşamlarını anlatmakla kalmaz, yaşadıkları
dünyayı ve içinde bulundukları dönemi de en azından sezdirir,
bir tarih kitabında bulunandan çok farklı bilgilerle yeni sayfalar
açar. Anlaşıldığı sanılan gerçekleri ince ayrıntılarla
örer, alışılmadık yönlerde kapılar açar, ışık tutar.
Ruhlar
Evi, her satırı ilgiyle ve yeni anlamlar bularak okunan başarılı
ve önemli bir roman olarak kalmıyor, kitabın arkasını da adeta
gizlice yazıyor. Gerçekliğin özgün bir yansımasını büyülü
dünyasında kurabilmiş olmanın çok ötesine geçiyor. Yaşamın,
toplumsal ve bireysel ilişkilerin, yirminci yüzyıla damgasını
vurmuş sistemlerin ve içinde bulundukları değişim sürecinin
öyküsü
oluyor.
....
Kitabın
arkasına açılan kapıda kuşkusuz yazarın soyadı önemli bir
ipucu veriyor. Isabelle Allende'yi duyunca Salvadore Allende'yi
akıldan geçirmemek olanaksız. Ruhlar Evi'ni epey sonra okudum. Ama
adıyla karşılaştığım ilk andan başlayarak yazarın kim
olduğunu merak ettim. O dönemlerde bilgiye ulaşmak bu denli kolay
ve hızlı olmadığı için günlük yaşamın akışı içerisinde
araştırmayı hep erteledim. Bu yüzden Isabelle Allende'yle geç
tanıştım.
Isabelle
Allende, birinin biyografisini yazmayı tuhaf buluyor, kısa yaşam
öykülerinin yalnızca bir tarihler, olaylar ve başarılar listesi
olduğunu söylüyor. "Yaşamımla ilgili en önemli olaylar
gerçekte yüreğimin gizli odalarında yaşandı ve bunlara bir
biyografide yer yoktur" diyor. En önemli başarılarının
kitapları değil, birkaç kişiyle, özellikle de ailesiyle,
paylaştığı sevgi ve başkalarına yardım etmeye çalışarak
geçtiği yollar olduğunu ekliyor. "Gençken sık sık
umutsuzluk duygusuna kapılıyordum, dünyada pek çok acı vardı ve
bunları hafifletmek için yapabileceklerim pek azdı. Şimdi geriye
dönüp yaşamıma bakıyor ve en azından bir fark yaratabilmek için
çaba harcamadığım pek az günüm olduğunu görerek kendimi iyi
hissediyorum" notuyla yaşam öyküsünü sunuyor. (2)
Şili'li
yazar Isabel Allende 1982'de yayımlanarak büyük satış başarısı
yakalayan ilk romanı Ruhlar Evi'yle dünya çapında tanınmış.
Ölen büyükbabası için bir veda mektubu niteliği taşıyan kitap
Isabel Allende adını duyurmakla kalmamış, Latin Amerika'nın
erkek ağırlıklı edebiyat dünyasında feminist bir güç olarak
ona yer sağlamış.
Daha
sonra aralarında Aşk ve Gölgeler, Eva Luna, Eva Luna'nın
Öyküleri, Sonsuz Plan, Kaderin Kızı, Sepya Portre, genç
okuyucular için bir üçleme (Canavarlar Kenti, Altın Ejder
Krallığı, Pigmeler Ormanı), Zorro, Sevgilim Ines, Denizin
Altındaki Ada ile kurgu dışı edebiyatta tariflerin ve denemelerin
nükteli bir derlemesi olan Aphrodite - Afrodizyak Yazılar
Afrodizyak Yemekler ile anı kitapları Yüreğimdeki Ülkem,
Allende'nin kızının hastalığı ve ölümüyle birlikte kendi
yaşamını da anlattığı Paula ve Günlerimizin Toplamı bulunan
yirmiden fazla kitap yazmış. Son kitabı Kesici bir polisiye
romanmış.
Türkçe'de
Ruhlar Evi dışında Maya'nın Günlüğü, Aphrodite - Afrodizyak
Yazılar Afrodizyak Yemekler, Günlerin Getirdiği, Denizin Altındaki
Ada, Canım Sevgilim Ines, Zorro, Yüreğimdeki Ülkem, Kaderin
Kızı, Sonsuz Düzen, Paula, Eva Luna Anlatıyor, Eva Luna, Eva
Luna Anlatıyor ile çocuk kitapları Pigmeler Ormanı, Altın Ejder
Krallığı ve Canavarlar Kenti yayımlanmış. Kitapları ve yaşam
öyküsüyle ilişkili bilgilere kolayca ulaşılabiliyor:
Isabel Allende doğdu, 1942. |
"Isabel
Allende, 1942 yılında Peru'nun başkenti Lima'da doğdu. Ancak
birkaç yıl sonra ailesi Şili'ye göç etti. Isabel Allende,
amcası, Şili Devlet Başkanı Salvador Allende'nin 1973'te
öldürülmesinden iki yıl sonra kocası ve çocuklarıyla birlikte
Venezuella'ya sığınmak zorunda kaldı. 17 yaşında gazeteciliğe
başlayan Allende, bir süre sonra San Francisco'ya yerleşti,
ABD'nin önde gelen üniversitelerinde edebiyat dersleri verdi.
1982'de yayınlanan ilk romanı Ruhlar Evi'ni, 1984'te Aşktan ve
Gölgeden, 1985'te Eva Luna adlı romanları, 1989'da Eva Luna
Anlatıyor adlı öykü kitabı izledi. Sonsuz Düzen adlı romanı
1991'de, Paula 1994'te, Kaderin Kızı 1999'da, Sararmış Bir
Fotoğraf 2000'de, Yüreğimdeki Ülkem 2003'te yayınlandı. Allende
2002-2004 yılları arasında Canavarlar Kenti, Altın Ejder Kenti ve
Pigmeler Ormanı adlı romanlardan oluşan gençlik üçlemesini
kaleme aldı. Türkiye'de tüm yapıtları Can Yayınları arasında
yer alan Allende, hemen tüm öykü ve romanlarında gerçekçi bir
anlatım ve siyasal bir yaklaşım ile büyülü gerçekçiliğin
gerçeküstücü geleneğini ustaca kaynaştırdı." (3)
Allende'nin
tümü anadili İspanyolca'da yazılmış kitapları 35'ten fazla
dile çevrilmiş, 60 milyondan fazla satmış. Çalışmaları,
önemli tarihsel olayları ilgi çekici öykülerle dokuyarak
okuyucuları hem bilgilendiriyor, hem eğlendiriyormuş. Kitaplarında
anlattığı olayların geçtiği yerler arasında on beşinci, on
dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca Şili, 1960
Venezüella'sının gerilla hareketi, Vietnam Savaşı ve 18.
yüzyılda Haiti'deki köle ayaklanması bulunuyormuş. Son otuz
yılda çok sayıda uluslararası övgü ve ödül kazanan Allende
çalışmalarını, kökleri düşgücünü zenginleştiren
olağandışı yetişme koşullarına ve mistik insanlara dayanan
"gerçekçi edebiyat" olarak niteliyormuş. Yazdıkları
onun feminist görüşlerinden, toplumsal adalete bağlılığından
ve yaşamını
biçimlendiren sert politik gerçeklerden aynı oranda etkilenmiş.
1960'ların sonları ve 1970'lerin başlarında Şili televizyonu ve
dergilerinde önemli bir gazeteci olan Allende'nin yaşamı, General
August Pinochet 1973'te Şili'nin sosyalist reform hükümetini
deviren bir darbeye önderlik edince tümüyle değişmiş.
Allende'nin kuzeni olan Şili'nin üç yıl önce seçilmiş başkanı
kuzeni Salvadore Allende darbe sırasında ölmüş. Pinochet
rejiminin acımasızlığı ve baskıcılığı kısa sürede
görülmüş. Allende rejim kurbanlarına yardım eden gruplara
katılmış. Sonunda Şili'de kalmanın onun için de tehlikeli
olduğunu anlayınca 1975'te eşi ve iki çocuğuyla ülkeden kaçmış.
Sonraki 13 yıl boyunca ailesiyle birlikte Venezüella'da sürgünde
yaşamış.
1981'de
Allende hala Şili'de yaşayan sevgili büyükbabasının ölmekte
olduğunu öğrenmiş. Onların evindeki yaşamıyla ilgili çocukluk
anılarını öyküleştirdiği bir mektup yazmaya başlamış.
Dedesi mektubu okuyamadan ölmüş. Ama mektup, 40 yaşındayken onun
yazarlık yaşamını başlatacak olan "Ruhlar Evi" kitabı
için temel olmuş. Roman, 1920'lerle 1973'teki askeri darbe
arasındaki dönemde Şili'de yaşayan iki ailenin yaşamlarını
ayrıntılandırıyormuş. Hem bir aile destanı, hem de politik bir
tanıklık olarak tanımlanmış.
Yazarlık
işinin yanında Allende zamanının çoğunu insan haklarını
savunmaya adamış. Kızının 1992'deki ölümünden sonra Paula'nın
anısına kadınların ve çocukların korunması ve yoksulluktan
kurtulması için dünya çapında bir yardım vakfı kurmuş.
1987'den beri ikinci eşiyle California'da oturuyormuş. Ama bir
ayağı California'da, bir ayağı Şili'deymiş. (4)
Vakfın
öyküsünü şöyle anlatıyor:
"Isabel
Allende Vakfı'na 9 Aralık 1996'da kızım Paula Frias'ın anısı
için başladım. Paula'nın 1992'deki zamansız ölümü beni çok
üzmüştü. Öldüğünde yalnızca yirmi sekiz yaşındaydı, zarif
ve akıllı genç bir kadın, ailemizin ışığı.
Kısa
yaşamı sırasında Paula, Venezüella ve İspanya'daki yoksul
bölgelerde gönüllü olarak çalıştı, bir eğitimci ve psikolog
olarak kendini tümüyle işine verdi. Başkalarının sorunlarıyla
yakından ilgilendi. Kuşkuya düştüğünde ilkesi hep en iyi nasıl
yardım edebileceğini bulmak oldu. Onun yardım ve sevgi ideallerine
dayanan vakfım, çabalarını sürdürmek amacıyla kuruldu.
Vakfın
temel kaynağı onun ölümünden sonra yazdığım bir anı kitabı
olan Paula'dan elde ettiğim gelirden oluşuyor. Bugüne dek
Paula'dan etkilenen insanlardan sayısız mektup aldım." (5,6)
Isabel
Allende yazarları iyi hırsızlara benzetiyor. Bir gerçeği
aldıklarını ve bir büyü numarasıyla onu tümüyle tümüyle
yeni bir başka şeye dönüştürdüklerini söylüyor. Yazmanın en
iyi yanlarını gizli hazineler bulmak, unutulmuş olayların üzerine
bir ışık tutabilmek, yorgun ruhları düş gücüyle
canlandırabilmek, bir çok yalandan bir tür gerçek yaratabilmek
olarak sıralıyor. Gerçeğin
ne
olduğunu, nasıl yazar olduğunu, çocukluğunu ve
başkaldırılarını, sürgün yıllarını, aşkı ve niçin
yazdığını anlatıyor. Başlıklar, yazarın dünyasına açılan
kapıyı aralıyor. (7)
GERÇEK
NEDİR?
"Gerçek
nedir? İnsanlar sık sık bana kitaplarımda ne kadar gerçek
olduğunu ve ne kadarını benim yarattığımı soruyorlar. Her
sözcüğün doğru olduğu üzerine yemin edebilirim. Olmadıysa
bile kesinlikle olacaktır. Artık gerçek ve kurgu arasına bir
çizgi çekemiyorum. Eskiden yalancı olduğum söylenirdi. Şimdi
yaşamımı bu yalanlarla kazanıyorum, yazar olarak anılıyorum.
Belki de
basitçe
şiirsel gerçeğe tutunmalıyız."
"Kucaklamaların
Kitabı'nda Eduardo Galeano'nun çok sevdiğim bir kısa öyküsü
var. Bence bu, yazmanın olağanüstü bir metaforu."
(Hırsızlar,
yaşlı bir adamın aşk mektuplarını çaldıktan sonra onları
birer birer geri gönderiyorlar.)
"Yazarlar
iyi hırsızlar gibidir. Gerçek olan bir şeyi, mektuplar gibi,
alırlar ve bir büyü numarasıyla onu tümüyle yeni bir başka
şeye dönüştürürler."
"İyi
kurgu edebiyatı yalnızca öykünün etkileyiciliğiyle ortaya
çıkmaz. Görünenlerin ötesinde saklı olanları araştırmak için
bir çağrıdır."
NASIL
YAZAR OLDUM?
"Yaşamım
acılar, kayıplar, aşk ve anılar üzerine kurulmuş gibi
görünüyor. Acı ve kayıp öğretmendir, beni büyütür. Aşk
dayanmama yardım eder ve sevinç verir. Anılar tüm yazdıklarımın
hammaddesidir."
"İkinci
Dünya Savaşı sırasında doğmuşum. (Yaşıma göre iyi
görünüyorum, değil mi? Epey çaba ve para gerektiriyor.)"
"Büyükbabamın
üzerinde ancak tanrının olabileceği ataerkil bir ailede
yetiştim."
ÇOCUKLUK
VE BAŞKALDIRI
"Annem
yalnızca güzel değildi, aynı zamanda çok kırılgandı ve hep
ağlardı. En zayıf erkeğin bile kendini güçlü hissetmesini
sağlaması onu çok çekici yapıyordu."
"İnsanlık
tarihindeki en mutsuz ergendim. Kendimden nefret ediyordum."
"On
dokuzumda evlendim, yirmi üçümde iki çocuğum vardı, yirmi beş
sonsuz yıl boyunca evli kaldım. İlk on beş yıl mutluydu.
Gerçekten aşıktık, iki harika çocuğumuz vardı, Paula ve
Nicolas. Bir süre için her şey güzel göründü. Bir gazeteci
olarak kariyerim başarılıydı, feminizm ve mizah konulu köşe
yazılarım ve televizyon programlarımla tanınıyordum."
"Annemin
ayak izlerinin peşinden gitmek üzere yetiştirilmiştim.
Hatırlayın, elliler ve altmışların başlarıydı. Kişisel
tutkularımı yok saymam, öfkemi kontrol etmem, hayal gücümü
baskı altında tutmam, cinselliğimi yadsımam gerekiyordu. Hiçbir
zaman pek böyle olmadı."
"Şili'deki
gençliğim sırasında gazeteci olarak çalıştım, oyunlar ve
çocuk öyküleri de yazdım. Her zaman yazar olmak istemiştim, ama
o dönemde ve o çevrede bir kadın için bunun gerçekleşmesinin
düşünülmesi bile zordu. Şili'de benim kuşağımın kadınlarının
yaratıcı ve başarılı olmaları beklenmiyordu. Bu, erkeklerin
işiydi. Bizler nazik hanımefendiler, iyi anneler, iyi eşler, iyi
yurttaşlar
olmalıydık. Ama benim öykü anlatma deneyimim erken sayılabilecek
bir yaşta başladı. Annem konuşmayı öğrenir öğrenmez
kardeşlerime, günlerini terörle dolduran ve gece düşlerine giren
hastalıklı öykülerle işkence etmeye başldığımı söylüyor.
Daha sonra çocuklarım da bu süreçten geçti. Hatırlayabildiğim
ilk zamanlardan beri öykü anlatıyordum ama kırk yaşıma kadar
bir kurgu edebiyat yazarı olmadım. Kendime yeterince güvenim
yoktu, bir aileye baktığım için çok yoğundum ve yaşamımı
kazanmak için çalışmam gerekiyordu."
SÜRGÜN
YILLARI
"Yaşamımın
ilk bölümü 11 Eylül 1973'te sona erdi. O gün Şili de acımasız
bir darbe oldu. Başkan Salvador Allende, demokratik bir seçimle
gelen ilk sosyalist başkan, öldü. Birkaç saat içinde ülkemdeki
demokrasi yüzyılı sona erdi ve yerini bir terör rejimi aldı.
Binlerce kişi tutuklandı, işkence gördü, öldü. Birçoğu
ortadan yok oldu ve cesetleri hiçbir zaman bulunamadı. Allende
ailesi
kaçmak
zorunda kaldı ve yurtdışında olanlar geri dönemedi. Ben, giden
son kişiydim. Artık dayanamayacak hale gelene kadar kaldım,
1975'te eşim ve çocuklarımızla birlikte kaçtım."
"Venezüela'ya
gittik, yeşil ve cömert bir ülke. Petrolün yükseldiği, siyah
altının topraktan tükenmez zenginlik ırmağı gibi aktığı bir
dönemdi. Ancak Venezüela'nın çekici yanlarını göremiyordum.
Yurt özlemi beni felç etmişti, sürekli güneye bakıyordum,
diktatörlüğün sonunun gelmesini bekliyordum. Sürgünün
travmasının etkilerinden kurtulabilmem uzun yıllarımı aldı.
Yine de şanslıydım. Beni umutsuzluktan kurtaracak bir şey buldum.
Edebiyatı buldum. Açıkçası, her şeyi geride bırakarak yeni bir
başlangıç yapmaya zorlanmış olmasam sanırım bir yazar
olmazdım. Askeri darbe olmasa Şili'de kalacaktım. Gazetecilik
yapmayı sürdürecektim ve sanırım mutlu bir gazeteci olacaktım.
Sürgünde, edebiyat bana bir ses verdi. Anılarımı unutulmanın
lanetinden kurtardı. Kendi evrenimi yaratabilmemi sağladı."
RUHSAL
BİR MEKTUP
"Kaderim
8 Ocak 1981 günü değişti. Karakas'ta büyükbabamın ölmekte
olduğunu bildiren bir telefon aldığım gün. Ona veda etmek için
Şili'ye gidemezdim, bu yüzden o akşamüstü o sevgili yaşlı adam
için bir tür manevi mektuba başladım. Onun bunu okuyacak kadar
yaşamayacağını biliyordum, ama bu durum yazmamı engellemiyordu.
İlk cümleyi bir trans durumunda yazdım: "Barrabas bize
denizden geldi." Barrabas kimdi, niçin denizden gelmişti? En
küçük bir fikrim bile yoktu ama şafağa dek bir çılgın gibi
yazmayı sürdürdüm, bitkinliğin beni alt ettiği ve yatağıma
kıvrıldığım zamana dek. Eşim "Ne yapıyordun?" diye
mırıldandı. "Büyü" diye yanıtladım. Ve
gerçekten
büyüydü bu. Sonraki akşam yemeğinden sonra yazmak için yine
kendimi mutfağa kilitledim. Her gece yazdım, büyükbabamın ölmüş
olduğu gerçeğine aldırmadan. Metin birçok ince dalı olan devasa
bir organizma gibi büyüdü, yılın sonunda mutfaktaki sayaç beş
yüz sayfayı gösteriyordu. Artık bir mektuba benzemiyordu. İlk
romanım, Ruhlar Evi, doğmuştu. Gerçekten yapmak istediğim tek
şeyi bulmuştum: öyküler yazmak."
"Şili'ye
hala dönemiyordum. Diktatörlük on yedi yıl sürecekti. 1983'te
bir başka roman, Aşktan ve Gölgeden'i, iki yıl sonra bir
üçüncüsünü, bir öykü anlatıcısının yaşamı olduğu için
yüreğime yakın olan bir kitabı, Eva Luna'yı yayımladım. Bunu
yirmi üç kısa öyküden oluşan bir toplu kitap, Eva Luna'nın
Öyküleri izledi. Kitaplardaki aşk bazen çok büküldüğü için
tanıması zor da olsa,
bunların
tümü aşk üzerineydi."
"Bu
arada eşimle ilişkimiz tümüyle bozuldu. Venezüella'daydık,
Şili'de değildik, böylece boşanabildik. Arkadaşça bir
ayrılmaydı, bu her ne demekse."
AŞK,
KÖSNÜ, ROMANTİZM
"Burası
kişisel konulara girerek romantizmden konuşmam gereken bölüm.
Kitaplarım
beni sık yolculuk yapmaya zorluyor. Kaderim bir yerden diğerine
sürüklenmek, başıboş dolaşan bir yolcu gibi. 1987'de, henüz
Venezüela'da yaşarken, Kuzey Kaliforniya'da durana dek beni
İzlanda'dan Porto Riko'ya ve aradaki pek çok farklı iklime
sürükleyen bir konferans turuna çıktım. Kaderimin yeniden
değişeceğinden pek az kuşku duyuyordum. Annemin diyeceği gibi,
kaderimde yazılmış adamla karşılaştım. Bana San Fransisco'daki
son heteroseksüel bekâr
erkek olarak tanıtılan William Gordon adında bir avukattı. İkinci
romanımı okumuş ve beğenmişti. Ama beni gördüğünde büyük
bir düş kırıklığına uğramıştı. Uzun boylu sarışınlardan
hoşlanır.
Konuşmamdan
sonra ikimiz de bir İtalyan lokantasındaki bir akşam yemeği
partisine davet edildik. Dolunay vardı ve Frank Sinatra "Strangers
in the Night" şarkısını söylüyordu, bir romanı bozacak
türde şeyler. Willie şaşırmış bir ifadeyle önümde
oturuyordu. Frank Sinatra ve spagetti tutto mare (deniz ürünleri
soslu spagetti) birleşimi bende öngörülebilir bir etki yarattı,
kösnüllüğe kapıldım. Çok uzun süredir, hatırladığım
kadarıyla iki üç haftadır, cinsel yaşamdan uzak kalmıştım. Bu
yüzden kontrolu elime aldım. Ondan yaşamı hakkında konuşmasını
istedim. Bu numara her zaman işe yarar hanımlar! Herhangi bir
erkekten kendisinden söz etmesini isteyin ve rahatlayıp yemeğinizin
keyfini çıkarırken onu dinlermiş gibi yapın, sizin akıllı ve
seksi bir kadın olduğunuza
kesinlikle
inanacaktır."
"Evet,
Willie'nin yaşamını yazdım. Kitabın adı Sonsuz Plan, dev bir
yüreği olan kusurlu bir adamın öyküsü. Willie ve ben uzun
yıllar birlikte olduk sevgimiz birçok çıkış ve inişten, büyük
başarılardan ve büyük kayıplardan geçip sürdü."
PAULA
"Aralık
1991'de, porphyria adı verilen ender bir genetik durumu olan kızım
Paula İspanya'da komaya girdi. Yoğun bakım ünitesindeki ihmal
ciddi beyin hasarına yol açtı ve bitkisel hayata girdi. Onu eve,
California'ya götürdük ve bir yıl sonra kollarımda ölünceye
kadar özenle baktık."
"Paula'nın
ölümünden birkaç ay sonra Willie'nin kızı Jennifer aşırı
dozdan ölünce işler kötüden daha kötüye gitti. Bir çocuğu
yitirmek kadar büyük bir acı olmadığını söylerler. Ama
paylaştığımız büyük üzüntüler Willie ve beni
yakınlaştırmadı."
"Paula'nın
ölümünden sonra yazmak, aklımın göreceli olarak başımda
kalmasını sağlayan tek şeydi. Acı, yeraltı dünyasına yapılan
uzun bir yolculuktu, karanlık bir tünelde yalnız yürümek
gibiydi. Benim tünel boyunca yürüyebilmemin yolu yazmaktı."
"Çektiğim
acı sıklıkla dayanılmaz oluyordu, tek bir sözcük bile yazamadan
saatlerce ekrana bakıyordum."
"Bir
yıl sonra tünelin sonundaydım. Işığı görebiliyordum. Yeni bir
kitap yazmış olduğumun ve artık ölmek için dua etmediğimin
farkına vardım, şaşırdım. Yaşamak istiyordum."
"Paula
adlı kitabım bir biyografi, genç bir kadının zamansız ölümünün
trajik öyküsüdür. Ancak temelde yaşamın kutsanışıdır. İki
öykü sayfalarda birlikte gider, kızım Paula'nın ve benim kendi
serüvenli kaderimin öyküleri."
"Yaşamın
diğer yanında ne var? Yalnızca gece, sessizlik ve ıssızlık mı?
Arzular, anılar ve umut artık yoksa geriye ne kalır?"
TERAPİ OLARAK YAZMAK
"Paula'yı
bitirdikten sonra neredeyse üç yıl kurgu kitap yazamadım.
Öykülerimin kuyusunun ve onları anlatma isteğimin sonsuza dek
kurumuş olduğunu düşündüm. Sonra eğitim görmüş bir gazeteci
olduğumu, araştırılacak bir konu ve zaman verilirse herhangi bir
şey hakkında yazabileceğimi hatırladım. (Spor ve politika
dışında.) Acının etkisini dağıtabildiğim ilk fırsatta
kendime bir konu verdim, Afrodit'i yazdım, kösnüllük ve
açgözlülük, başını derde sokmaya değen bu iki ölümcül
günah hakkında başıboş bir gezinti."
"O
kitapla ilgili çoğunlukla San Francisco'nun gey bölgesi Castro'nun
porno dükkanlarında yapılmış olan araştırmalarım beni
depresyondan çıkardı ve bedenime geri döndürdü. İlk belirti
erotik bir düştü. Düşümde bir Meksika tortilasının üzerine
çıplak bir Antonio Banderas yerleştirdiğimi, üzerine soğanlı
baharatlı Meksika sosu guacamole ve salsa sürüp yuvarlayarak
yediğimi gördüm."
"Yemek
ve aşk üzerine yazmanın terapi etkisi işe yaradı. Afrodit'i
yayımladıktan kısa bir süre sonra California'daki altına hücumu
konu alan Kaderin Kızı adlı bir romana başladım. On dokuzuncu
yüzyıl ortasında Şili limanı Valparaiso'da İngiliz bir ailenin
büyüttüğü yetim bir kızın, Eliza Summers'ın öyküsü. On
altısında Eliza sevgilisinin peşinden altına hücumda şansını
deneyeceği
California'ya
gelir. Bir aşk öyküsü yazdığımı sanıyordum, ama bu roman
yaşamımda süreklilik gösteren bir konu, özgürlük hakkındadır.
Eliza Summers gibi ben de en başından beri kendi yolumu bulmak
zorundaydım. Bu beni feminizmin şeytan tarafından ele geçirilmekle
eşdeğer görüldüğü bir yer ve zamanda feminist yaptı."
"Ardından
on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Şili'de geçen Sepya
Portre geldi. Eliza Sommers'in büyük torunu Aurora del Valle'in
öyküsü. Bir devam romanı olmasa da, bağımsız olarak
okunabilir, kitap Kaderin Kızı'ndan ve ilk romanım Ruhlar Evi'nden
bazı karakterleri alıyor. (Bu üç kitap bir üçleme olarak
değerlendirilebilir.) Aurora del Valle çok erken yaşta bir travma
yaşar ve geçmişini zihninden siler, ilk yıllarına ait hiçbir
şey hatırlamaz. Arayışı yaşamının ve aile sırlarının
gizemini açığa çıkarmak içindir. Sepya Portre bellek hakkında
bir romandır. Bellek benim yaşamımla özellikle ilişkili olan bir
ana konudur, özgürlük gibi. Başından berli hep seyahat
halindeydim, gerçekten bir yere ait değilim. Köklerim belleğimde.
Her kitap geçmişin
içine
bir yolculuk. Ve ruhun içine. Ve belleğin içine."
"Tarihsel
bir roman büyüleyici bir çabadır. Bu üçlemenin kitaplarını
yazarken bir zaman makinesine girdim ve 1848'e gittim, sonra yüz
yıldan fazla bir dilimi aşarak 1973'e geldim. Bu çaba için
gerekli araştırmayı düşünebiliyor musunuz?"
"2001'de
çocuklar ve genç yetişkinler için bir roman yazdım: Canavarlar
Kenti. Çok eğlenceliydi. Alexander Cold'un öyküsü, Amazon'a bir
geziye giden ve Nadia Santos adında tuhaf bir kıza rastlayan on beş
yaşında Amerikalı bir çocuk. Birlikte Taş Devri Yerlileri
arasında büyülü bir serüven deneyim yaşıyorlar. (Daha sonra
aynı kahramanlarla iki kitap geldi: Altın Ejder Krallığı ve
Pigmeler
Ormanı."
"Sonuçta
tüm kurgu çalışmaları otobiyografiktir. Aşk ve şiddet hakkında
yazıyorum, ölüm ve kurtuluş hakkında, güçlü kadınlar ve
olmayan babalar hakkında, ayakta kalabilmek hakkında.
Karakterlerimin çoğu dışlanmışlardır, toplumca korunmayan,
alışılmamış, karşı çıkan insanlardır."
NİÇİN
YAZIYORUM?
"Bu,
yaşamımın ve çalışmalarımın bir özetidir. Söylediğim her
şeye inanmayın, biraz abartma eğilimindeyim. Her zaman şiirsel
gerçeğe yapışırım, ancak tam da Eduardo Galeano'nun yaşlı
adamı ve mektupları hakkındaki gibi. Hatırladınız mı? Her
durumda, gerçekten önemli olan şey özgeçmişimde değildir.
Yüreğin gizli odalarında fark edilmeden yaşanıp gidendir."
"Ben
bir yazarım. Öyküler için bir kulak, mutsuz bir çocukluk ve
tuhaf bir aileyle kutsandım.
(Benimki kadar acayip akrabalarla herhangi bir şey yaratmaya hiç gerek yoktur. Onların varlığı, tek başına büyüsel gerçekçilik için tüm malzemeyi sağlar.) Beni edebiyat tanımlamıştır. Sözcük sözcük, sayfa sayfa, bu abartılı, gözalıcı beni keşfettim."
(Benimki kadar acayip akrabalarla herhangi bir şey yaratmaya hiç gerek yoktur. Onların varlığı, tek başına büyüsel gerçekçilik için tüm malzemeyi sağlar.) Beni edebiyat tanımlamıştır. Sözcük sözcük, sayfa sayfa, bu abartılı, gözalıcı beni keşfettim."
"Geçen
yirmi yıldan fazla zamanda, dostlarım, öğrendiğim yalnızca tek
bir şeyin kesin olduğudur. Hiçbir şey ruhumu yazmaktan fazla
coşturamaz. Yazmak kendimi genç, sağlam, güçlü, mutlu
hissetmemi sağlıyor. Müthiş! Benim yaşımda hemen hemen
olanaksız olsa da, kusursuz bir aşıkla sevişmek kadar can katan
bir iş."
"Yaşamın
dokusundan romanlar yapılır. Bir roman, uzun ve sabırlı bir
anlatıdır, Çok iplikli ve çok renkli ince bir duvar halısının
dokunması gibidir. Sezgilerle çalışırım, ne yaptığımı çok
iyi bilmeden, günün birinde dönüp çıkan tasarıma bakarım. Bir
kitabı hiçbir zaman gerçekten bitirmem, yalnızca vazgeçerim. Her
zaman söylenebilecek daha fazla şey vardır, olayın yeni bir yöne
dönmesi, başka bir şaşırtıcı karakter çıkması,
değiştirilecek, düzeltilebilecek, derinleştirilebilecek pek çok
ayrıntı. Bir öykü, kendi yolu olan yaşayan bir canlıdır, benim
işim onun kendisini anlatmasına izin vermektir. Ulaşılacak sonucu
fazla düşünmeden yazma sürecini seviyorum. Bunlar temsilcimin ve
yayıncımın ilgilendiği konulardır."
"Çalışmam
sırasında yalnız ve sessizlik içinde geçirdiğim zamanı çok
seviyorum: öykünün benzersiz dünyasını yaratmak için gerekli
ayrıntıları ekleyerek geçen haftalar, karakterlerin büyümesini
ve kendi sesleriyle konuşmasını sağlayabilmek için geçen aylar,
onları harekete geçiren nedenleri ve tutkularını anlamaya
çalışarak geçen yıllar. Bir roman tutku, sabır ve kendini
tümüyle
vermeyi
gerektirir. Tam bir bağlılıktır, aşık olmak gibi. Yazmayı
tetikleyen ilk itici güç benim için hep, uzun süredir benimle
birlikte yaşayan çok güçlü bir duygudur. Zaman motivasyon
kaynaklarını ortaya çıkarır ve onu anlatabilmem için gereken
uzaklığı, belirsizliği ve ironiyi sağlar. Fırtınanın
ortasında yazmak zordur. Öyküyü sert rüzgarlar geçtikten ve
fazlalıkları sezebilecek duruma geldikten sonra yeniden yaratmak,
öncelik verilmesi gereken bir yaklaşımdır. Mücadele, kaybetmek,
bellek. Bunlar yazma etkinliğimin hammaddeleridir." (7)
Görüşmeler
bölümünde Isabel Allende'nin yaşamı ve yazar kimliğiyle ilgili
önemli ipuçları var.
GÖRÜŞMELER
Isabel
Allende okuyuculardan, akademik çevrelerden ve gazetecilerden çok
sayıda mektup aldığını belirterek bunların tümüne yanıt
vermek olanaksız olduğu için, kendisiyle yıllar boyunca yapılmış
söyleşilerde sorulanlardan bir derleme yapmış. Yaşamı ve
çalışmalarıyla ilgili daha fazla bilgi almak isteyenlerin Celia
Correas Zapata'nın "Isabel Allende: Yaşam ve Ruh"
başlıklı kitabını okumak isteyebileceklerini söylüyor.
Ardından seçilmiş soruları ve yanıtlarını aktarıyor. (8)
Yazdığı
diğer türlerle ilgili soruyu gençliğinde oyun yazdığını,
çocukları küçükken de çocuk öyküleri yazmaya çalıştığını
söyleyerek yanıtlıyor. Onlara her gece öykü anlatıyormuş, bunu
olağanüstü bir eğitim olarak niteliyor. Çocuklar ve genç
yetişkinler için ilk romanını Canavarlar Şehri olarak anıyor.
Yıllarca mizah yazdığını, bunun tüm türler içinde en zoru
olduğunu
düşündüğünü
belirtiyor. Şiiri hiç denemediğini, deneyeceğini sanmadığını
söylüyor.
Kurgu
edebiyat kitaplarını yalnızca İspanyolca yazabiliyormuş. Bu onun
için, ancak kendi anadilinde yapabileceği çok organik bir
süreçmiş. Dünyanın her yanında kusursuz çevirmenleri olmasını
şanslı bir durum olarak niteliyor. Kitaplarının çoğunu
İngilizce'ye çevirmiş olan Margaret Sayers Peden ile sürekli
iletişim içindelermiş. Olağanüstü bir iş yaptığını, onu
düzeltmeyi
düşünemeyeceğini
belirtiyor. Diğer dillerin çoğunda kitaplarını kimin çevirdiğini
bile bilmiyormuş. Bu işle yayıncılar ilgileniyormuş. 2010'da
Margaret emekli olmuş. İngilizce'ye çevirilerini artık Anne
McLean yapıyormuş.
Görüşmelerde
sorulan sorular ve yanıtları Isabel Allende'yi tanıyıp anlamak,
yazarlığıyla birlikte dünya ve yaşamla ilgili düşüncelerine
ulaşmak için önemli ipuçları içeriyor.
"Bir
gerçeği anlatmanın, yalanlar söylemenin, bir tür gerçeği açığa
çıkarmanın kurgusunu yazma düşüncesinin ayrıntılarından söz
edebilir misiniz?"
"Kurgunun
ilk yalanı yazarın yaşamın kaosuna bir düzen getirmesidir,
kronolojik sıra, ya da yazarın seçtiği düzen hangisiyse. Bir
yazar olarak bir bütünün belirli bir bölümünü seçersiniz.
Bunların önemli, diğerlerinin önemsiz olduğuna karar verirsiniz.
Bunlar hakkında kendi perspektifinizden yazarsınız. Yaşam böyle
değildir. Her şey eşzamanlı olur, kaotik bir biçimde, seçimler
yapmazsınız.
Patron değilsinizdir, yaşam patrondur. Yani bir yazar olarak
kurgunun yalan söylediğini kabul ettiğinizde özgür kalırsınız.
Artık istediğinizi yapabilirsiniz. Sonra çemberler içinde
yürümeye başlarsınız. Çember büyüdükçe içine gerçeğin
daha fazlasını alırsınız. Ufuk genişledikçe daha fazla
yürürsünüz. Her şeyin üzerinden daha fazla geçtikçe gerçeğin
parçacıklarını
yakalamanın
daha iyi fırsatlarını bulursunuz."
"Esin
kaynaklarınızı nerede bulursunuz?"
"İyi
bir dinleyici ve öykü avcısıyım. Herkesin bir öyküsü vardır
ve öyküler doğru ses tonuyla anlatılırsa ilginçtir. Gazeteleri
okurum, kağıdın derinliklerine gömülü küçük öyküler bir
romanı esinlendirebilir."
"Esin
süreciniz nasıldır?"
"Günde
on, on iki saati bir odada yalnız, yazarak geçiririm. Kimseyle
konuşmam. Telefonlara yanıt vermem. Yalnızca benim dışımda olan
bir şeyin bir ortamı ya da aracı olurum. Tanrı değilim, yalnızca
bir enstrümanım. Bu uzun, çok sabır isteyen günlük yazı
çalışmalarında kendim ve yaşamla ilgili çok şey keşfettim.
Öğrendim. Ne yazmakta olduğumun bilincinde değilim. Bu acayip bir
süreç, kurgu içinde yalanlar söyleyerek kendiniz, yaşam,
insanlar, dünyanın nasıl işlediği hakkında küçük gerçekler
keşfediyorsunuz."
"Karakterleriniz
hakkında konuşabilir misiniz?"
"Bir
karakter geliştirirken genellikle model olabilecek bir kişi ararım.
Kafamda o kişi olursa, inandırıcı karakterler yaratmak benim için
daha kolay olur. İnsanlar karmaşıktır, çözülmeleri güçtür,
kişiliklerinin tüm yönlerini ender olarak yansıtırlar.
Karakterler de böyle olmalıdır. Karakterlerin kitapta kendi
yaşamlarını yaşamalarına izin veririm. Sıklıkla onları
kontrol edemediğim duygusuna kapılırım. Öykü umulmadık
yönlerde ilerler ve benim işim onu yazmaktır, önceki
düşüncelerime uygun davranmaları için onları zorlamak değil."
Bilgisayarda
mı yazdığı sorusunu sürekli notlar aldığını, çantasında
bir defter olduğunu ilginç bir şey görürse ya da duyarsa hemen
yazdığını, gazetelerden kupürler kestiğini, televizyonda
izlediği haberleri ve insanların ona anlattığı öyküleri not
ettiğini belirterek yanıtlıyor. Bir kitaba başladığında ona
esin kaynağı oldukları için bu notları çekip çıkarıyormuş.
Bir taslak kullanmadan, yalnızca içgüdülerini izleyerek
bilgisayarda yazıyormuş. Öykü ekranda tamamlandığında ilk
baskısını alıp okuyormuş. Kitabın neyi anlattığını o zaman
biliyormuş. İkinci taslak çalışmaları dil, gerilim, tonlama ve
ritimle ilgili oluyormuş.
Bir
öykü için iyi bir sonun ne olduğunu bilmediğini, kısa öyküde
romandakinden farklı olduğunu belirtiyor.
"Kısa
öykü bir bütün olarak gelir, yalnızca tek bir uygun son vardır.
Bunu bilirsiniz, hissedersiniz. O sonu bulamazsanız, bir öykünüz
de yoktur, olamaz. Üzerinde çalışmayı sürdürmek yararsızdır.
Bana göre kısa öykü bir ok gibidir, daha başlangıçta doğru
yönde olmalıdır, nereyi hedef aldığınızı tam olarak bilmeniz
gerekir. Romanda hiçbir zaman bilemezsiniz. Sabırlı ve düzenli
çalışma ister, çok renkli bir kilimi ince ince işlemek gibi.
Yavaş ilerlersiniz, aklınızda bir desen vardır. Ama birden
tamamlarsınız ve başka bir şey olduğunu anlarsınız. Çok
etkileyici bir deneyimdir, çünkü kendine ait bir yaşamı vardır,
canlıdır. Kısa öyküde tüm kontrol sizdedir. Ama pek az iyi kısa
öykü vardır. Ve pek çok unutulmaz roman. Kısa öyküde nasıl
anlattığınız, ne anlattığınızdan daha önemlidir, biçim
belirleyicidir. Romanda yanlışlar yapabilirsiniz, pek az kişi
bunları fark edecektir. Mutlu sonlar benim için değil. Açık
sonları seviyorum. Okuyucunun düşgücüne güveniyorum."
En
çok etkilendiği yazarlar arasında Latin Amerika'dan García
Márquez, Vargas Llosa, Cortázar, Borges, Paz, Rulfo ve Amado'yu,
Rusya'dan Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Nabokov, Gogol ve Bulgarov'u,
İngiltere'den Sir Walter Scott, Jane Austen, Brontë Kardeşler,
Charles Dickens, Bernard Shaw, Oscar Wilde, James Joyce, D.H.
Lawrence, ve Virginia Woolf'u sayıyor. Agatha Christie ve
Conan
Doyle kitaplarını çok sevdiğini ve tümünü okuduğunu söylüyor.
İspanyolca'da popüler olan Mark Twain, Jack London, F. Scott
Fitzgerald ve diğer birçok Amerikalı yazardan, Harper Lee'nin
Bülbülü Öldürmek kitabının onda yarattığı kalıcı etkiden
söz ediyor. Fantezi ve erotizmi on dört yaşındayken Lübnan'da
okuduğu Binbir Gece Masalları'nda keşfettiğini belirtiyor. O
dönemde kızların okul ve ev dışında pek sosyal yaşamı
olmadığını, sinemaya bile gitmediklerini, sorunlu bir aileden tek
kaçış yolunun okumak olduğunu anlatıyor:
"Üvey
babamın kilitli odasında dört esrarengiz deri ciltli kitap vardı,
erotik oldukları için görmemem gereken yasak kitaplar. Tabii ki
anahtarı kopyalamanın ve oralarda olmadığı bir zaman odaya
girmenin bir yolunu buldum. Bir el feneri kullandım, hızla ve
atlayarak açık saçık bölümleri bulup okudum. Hormonlarım
yükselişteydi ve o fantastik masallarla düşgücüm çılgına
döndü.
Eleştirmenler
beni Latin Amerikalı bir Şehrazat olarak adlandırdığında gurur
duydum."
Yirmili
yaşlarında okuduğu Amerikalı ve Avrupalı feminist yazarlar ona
içinde yaşadığımız ataerkil düzene karşı duyduğu öfkeyi
dile getirmesi için açık ve güçlü bir dil kazandırmış.
Düşüncelerini ve kalemini bileyerek erkek egemenliğine karşı
çıkmak üzere Paula adlı bir Şili feminist dergisinde çalışmaya
başlamış.
Filmlerden
hep hoşlanmış, bazen bir görüntü ya da sahnedeki bir karakter
yıllarca onunla birlikte kalıp yazarken esin kaynağı olmuş.
Duygularla çalışıyor, dili kullandığı araç olarak görüyor,
verimli kullanmak için çaba gösteriyormuş. Gazetecilik
deneyiminin de bir konuyu araştırma, görüşme yapma, inceleme ve
sokaktaki insanla konuşma gibi konularda kazandırdığı pratik
bilgilerle katkısı olmuş.
Latin
Amerika'daki politik kaosu anlatan ilk romanlarında, Kafka etkisini
düşündüren bir biçimde hükümetlerin asla anlaşılamayacağı
duygusuyla dünyanın kaygan ve güvenilmez göründüğü
hatırlatmasıyla yöneltilen ruhların dünyasını daha güvenilir
bir yer olarak görüp görmediği sorusuna:
"Ruhsal
dünya iyi ve kötünün olmadığı bir yerdir. Gerçek dünyanın
göründüğü gibi siyahın ve beyazın bir dünyası değildir.
Hiçbir biçimde katı kurallar yoktur" diyerek ruhsal dünyada
yalnızca amaç, salt varoluş olduğunu, doğru ve yanlış algısı
bulunmadığını belirtiyor. "Orası benim için çok güvenli
bir yer. Orası öykülerin kopup geldiği yer. Orası aşkın yeri"
diyor.
Ruhsal
dünyanın cinsiyetsiz olup olmadığı sorusunu:
"Ruhsallığın
dünyasında cinsiyetin bir önemi yok, ırkın ya da yaşın
olmadığı gibi. Tüm yaşamım boyunca feminist oldum, feminist
konularda kavga verdim. Gençken saldırganca dövüşüyordum.
Savaşçıydım. Şimdi erkekler ve kadınlar olarak birlikte
incelememiz gereken ve bizi gerçekten bir araya getirebilecek
zorunlu konuların farkına daha çok varıyorum. Ama beni yanlış
anlamayın, ben bir feministim ve bununla gurur duyan biriyim"
sözleriyle yanıtlıyor.
Eleştirmenlerin
yazma biçimini "büyülü gerçekçilik" olarak
tanımladığı hatırlatmasıyla sorulan tüm kitaplarının bu türe
girip girmediğine getirdiği açıklamaysa şöyle:
"Her
öykünün bir anlatılma biçimi ve her karakterin bir sesi olduğunu
düşünüyorum. Her zaman formülü tekrarlayamazsınız. İlk
kitabım Ruhlar Evi'nde baskın biçimde bulunan büyülü
gerçekçilik, ikinci kitabım Aşka ve Gölgeye Dair'de yoktur.
Bunun nedeni bu kitabın Şili'de Salvadore Allende'nin
öldürülmesinden sonra işlenen politik bir cinayet üzerine
kurulmuş ve bu yüzden yapısının olay anlatıcılığına daha
yakın olmasıdır."
Büyülü
gerçekçiliğin bazen uyduğunu, bazen uygun olmadığını, büyülü
gerçekçilik ögelerinin yalnız Latin Amerika'da değil, dünyanın
her yanındaki edebiyatta, Afrika şiirinde, İngilizce edebiyatta,
etnik azınlıklarca yazılan Amerikan edebiyatında
bulunabileceğini, Salman Rüştü, Toni Morrison, Barbara Kingsolver
ve Alice Hoffman gibi yazarların bu stili kullandığını söylüyor.
Ona
büyük bir hayranlık duyduğu halde amcası Salvadore Allende
öldüğü zamana dek Isabelle Allende'nin yaşamını pek
etkilememiş. Şili'de 1973'te askeri darbe olduğunda da bir çok
Şili'nin yarısının yaşamını dramatik biçimde etkileyen
Allende değil, askeri darbeymiş. Salvadore Allende babasının ilk
kuzeniymiş. Onu hafta sonlarında, tatillerde görmüş ama birlikte
yaşamamış. Tarihsel bir boyutu olduğunu darbeden sonra, ancak
Şili'den ayrıldıktan sonra anlamış. Adı Şili'de tümüyle
yasakmış. Venezüela'ya gittiğinde adını her söyleyişinde
Salvadore Allende'yle bir ilgisinin olup olmadığı soruluyormuş.
Efsanevi bir kişiliğe dönüşmüş, bir kahraman olmuş. (8)
Yaptığı
bir konuşmaya sevdiği bir Yahudi atasözünü aktarak başlamış:
"Soru:
Gerçekten daha gerçek olan nedir?
Yanıt:
Öykü."
Bir
öykü anlatıcısı olarak yapmak istediğinin ortak insanlık
değerleri için gerçekten daha gerçek olanları iletmek istediğini
belirtmiş. Tüm öykülerin ilgisini çektiğini, bazılarının
onları yazıp bitirene dek onu büyülediğini söylemiş. Bazı
konuların hep geçerli olduğunu belirterek adalet, bağlılık,
şiddet, politika, toplumsal sorunlar ve özgürlük başlıklarını
sıralamış. "Çevremizeki esrarın farkındayım, bu yüzden
rastlantılar, önseziler, düşler, duygular, doğanın gücü, büyü
üzerinde de yazıyorum" demiş. Son yirmi beş yılda birkaç
kitap yayımladığını, ama İtalya'daki kış olimpiyatlarında
olimpik bayrağı taşıdığı 2006 Şubat ayına dek tanınmadan
yaşadığını anlatmış. Konuşmasında bir tutku öyküsü
anlatacağını belirterek 1998'de Tutsi göçmenler için
Kongo'da
kurulmuş bir kamptan söz etmiş, bunun ölüm kampı olarak
adlandırılabileceğini, çünkü orada öldürülmeyenlerin de
salgınlardan ve açlıktan öleceğini söyleyerek öykünün
kişilerini, askerlerin öldürmeden önce kocasına yaptıkları
işkenceyi seyretmeye zorladıkları hamile ve dul Rose Mapendo'yu ve
çocuklarını tanıtmış. (9)
Perspektifler
bölümünde Erin Coleman, Joanne Leedom-Ackerman ve Adán Griego
var.
PERSPEKTİFLER
Perspektifler
bölümünün girişinde Paula'ya Mektup var. Erin Coleman'ın tıp
öğrencisiyken Paula'ya yazdığı mektuptan bir alıntı yapılmış:
"Bir
annenin sevgisi tüm mantık, bilimsel bilgi ya da elle tutulur
nesneleri geride bırakan aşırı derecede güçlü bir varlıktır.
Senin hastalığın sırasında annen doktorlara ve çağdaş tıp
bilimine olan tüm inancını yitirdi. Seni sürekli uykundan
uyandırabilecek sevgiye, umuda ve ruhsallığa inandı."
Mektup
şöyle başlıyor:
"Sevgili
Paula,
Beni
tanımıyorsun, bir tıp öğrencisiyim, edebiyat dersi alıyorum,
annenin senin yaşamının son birkaç ayını anlattığı kitabı
okumakla görevlendirildim. Ruhunun dünyadan ayrılmasının
üzerinden hemen hemen on altı yıl geçmişti. Ama anılar ve
varlığının canlılığı annenin yazdıkları üzerinden yaşamayı
sürdürüyordu."
Perspektiflerin
ikinci bölümünün başlığı Anlatılmasına Gerek Duyulan
Öyküleri Keşfetmek. Yazar Joanne Leedom-Ackerman'ın 30 Nisan
2010'da Isabel Allende'nin PEN/Faulkner Vakfı Okuma Dizileri için
katılımı öncesi yaptığı tanıtımda söylediklerinden bazıları
şunlar:
"Isabel
Allende "bir edebiyat efsanesi", bir "kültürel köprü
kurucusu ve Latin Amerikalı en önemli kadın önderlerden biri
olarak nitelendirilmiştir, ama aynı zamanda ayakkabılarınızı
çıkarıp kanapede kıvrılarak yaşamı birlikte düşünüp
çözeceğiniz iyi bir arkadaş gibidir."
"Tarih,
bellek, aşk ve şiddet temaları romanlarında, kendilerine kolay
yer açmayan toplumlarda aşkı ve kendi kimliklerini arayan güçlü
kadınlarla beslenerek tekrarlanır. Bu durum yeni romanı Denizin
Altındaki Ada'da da, Ruhlar Evi, Kaderin Kızı ve Sepya Portre
üçlemesinde olduğu kadar geçerlidir."
"Onun
anılarını okuyarak yaşamının ve ailesinin en azından bir
biçimini, birçok ailenin kendisi hakkında bildiğinden çok daha
iyi bilir oldum."
"Her
şeyi, en azından benim Isabel Allende hakkında hissettiklerimi
özetleyecek tek bir sözcük kullanma riskini göze alacağım. Bu,
cömert sözcüğüdür. Bir öykü anlatıcısı olarak cömerttir,
bir anı yazarı olarak cömerttir, bir insan olarak cömerttir.
Kapıları ve kendini, düşüncelerini ve duygularını, bir sanatçı
disiplinini koruyarak paylaşır. Böyle yaparak yaşamı başkaları
için nelerin
iyileştireceğini
ve aydınlatacağını göstermeye çalışır, aynı zamanda kendisi
için de. Bu cömertlik dünya çapında böyle popüler oluşunun
nedenini en azından kısmen açıklar."
Üçüncü
bölümdeyse Latin Amerika ve İber Kolleksiyonları küratörü Adán
Griego'nun "Isabel Allende'nin Gezinen Ruhları" başlığıyla
söyledikleri var. Kurgu karakterlerinin pek çoğu gibi Isabel
Allende'nin de yaşamını birçok yere giderek ve oralarda yaşayarak
geçirdiğini belirtiyor. Özgeçmişini verirken 1942'de diplomat
bir ailenin çocuğu olarak Lima'da doğduğunu, anavatanı Şili'de
olmadığı sürelerde Avrupa'da, Lübnan'da ve Bolivya'da
bulunduğunu, 1973'te Salvadore Allende'nin devrilmesinden sonra on
üç yıl Karakas'ta sürgünde yaşadığını söylüyor.
"Allende'nin
'büyüsel gerçekçi' anlatım tekniği anında ve kaçınılmaz
olarak Ruhlar Evi'nin Latin Amerika edebiyatının devi Yüz Yıllık
Yalnızlık (1970) yapıtıyla karşılaştırılmasını getirdi.
Önceki söyleşilerinden birinde Allende'nin kendisi de bu noktaya
değindi, Garcia Marquez'in başyapıtının kendi kuşağındaki
yazarların hemen hemen tümü gibi onu da etkilemiş olduğunu
belirtti."
"Bugün
Allende adı, kendisinden önce çağdaş Latin Amerikan
Edebiyatı'nın en büyükleri katında daha önce yer bulmuş
1960'lar ve 1970'ler Latin Amerikan Patlaması'yla ilgili adlar olan
Gabriel García Marquez, Carlos Fuentes, Julio Cortázar ve Mario
Vargas Llosa'nın yanında en çok tanınan seslerinden biridir."
Griego,
Allende'nin kitaplarının yirmi yedi dile çevrilerek otuz milyon
satmasını edebiyat alanındaki adı açısından olumlu ve olumsuz
yanları olan bir başarı olarak niteliyor. Latin Amerika Edebiyatı
Ansiklopedisi'nde adına açılmış ayrı bir madde bulunmadığını,
ona "Çoksatanlar" maddesi altında yer verildiğini
söylüyor. Ama bu yazıda Latin Amerika'nın önemli çağdaş
yazarlarının
hem eleştirmenlerce kabul gördüğü, hem de kitaplarının
çoksatar olabildiği de belirtiliyormuş. (10)
....
Salvadore
Allende.
Yukarıda
aktarılanlardan Salvador Allende'nin ve Şili'nin yakın tarihinde
yaşananların Isabelle Allende'nin yaşamı üzerinde çok büyük
bir etkisinin olmuş olduğu görülüyor.
Tarihe
özgürlüğün acılı yollarının önemli yürüyüşçülerinden
biri olarak geçen Salvadore Allende 26 Haziran 1908'de doğmuş.
Seçilerek 4 Kasım 1970'te Şili Devlet Başkanı olmuş. 11 Eylül
1973'te kanlı bir askeri darbeyle devrilerek öldürülmüş.
"Salvador
Allende Gossens, Şilili devlet adamı ve Batılı devletlerde
serbest seçimle iktidara gelen ilk Marksist devlet başkanıdır."
"Liseyi
bitirdikten sonra doğduğu kent olan Valparaiso´da tıp eğitimi
gördü. Solcu politik gruplarda çalışarak kısa zamanda öğrenci
liderliğine yükseldi. Diktatör Carlos İbanez´e karşı
mücadelesinden dolayı tutuklandı ve 1932´de tıp diplomasını
aldıktan sonra üniversiteden uzaklaştırıldı. Bir yıl sonra
tanınmış birkaç solcuyla birlikte Komünist Parti´nin Marksist
alternatifi olarak gördüğü Partido Socialista´yı kurdu."
"1937´den
başlayarak milletvekili olan Allende, devletin çeşitli sağlık
kurumlarında çalıştı ve Valparaiso Üniversitesi´nde öğretim
üyeliği yaptı. Halk Cephesi Hükümeti´nin başkanı olan Pedro
Aguirre Cerda, Allende´yi 1939´da Sağlık Bakanlığı'na atadı.
Allende´nin sosyal düzeyi düşük olanlara karşı özel bir ilgi
göstermesi, Yoksulların Başkanı olarak adlandırılmasını
sağladı."
"4
eylül 1970´te Sosyalistler, Komünistler, Liberaller ve Hıristiyan
Demokratlardan ayrılmış olanların birleşmesiyle kurduğu Unidad
Popular´ın adayı oldu."
"1952,
1958, 1964´ten sonraki bu dördüncü girişiminde, 1967´den beri
Senato Başkanı olan Allende mutlak çoğunluğu kazandı. Altı
hafta sonra hedefine ulaşarak Başkanlık Sarayı'na
taşındı.Hükümetteki Hıristiyan Demokrat Partisi´nin oylarını;
demokratik hukuk devleti, ayrıca parti, toplantı ve basın
özgürlüğünden yana tavrıyla toplayabildi."
"Büyük
sosyal farklılıklara karşı savaştı.15 yaşından küçük
çocuklara, gebe ve emziren annelere parasız olarak günde yarım
litre süt dağıttı. En düşük gelirleri üçte iki oranında
yükseltti, buna karşılık devlet memurlarının ücretlerine bir
üst sınır koydu."
"Başkanlık
Sarayı'na yapılan saldırılar sırasında teslim olması çağrısı
yapıldı, fakat o askerlere teslim olmayı reddetti." (11)
Salvadore
Allende adı, dünyaya yeni ve güzel bir gelecek öneren bir umut
simgesi olmuştu. Bu fırsat da, tarihteki pek çok diğeri gibi
kaçtı. Şili'de yaşanan büyük acılar, pek çok yere gelecek
benzer uygulamaların da örneği oldu.
....
Orhan Asena
İçinde
Şili'de Av da bulunan Orhan Asena'nın Toplu Oyunları kitabının
arka kapağında Hülya Nutku şöyle yazmış:
"Türk
oyun yazarlığının 1950 kuşağı içinde yer alan Asena,
tiyatromuza kazandırdığı sayısız yapıt ile kendini sürekli
yenilemiş ve aşabilmiş bir yazarımızdır. Onun oyunlarında
insan kavramı ön saftadır; çünkü Asena için her sorunun, her
umudun ve kavganın merkezinde insan vardır. Yazarlık gelişimi de
onun bu hümanist anlayışından ortaya çıkar. 1973 yılında Şili
olaylarının patlak
vermesiyle
Asena, "Şili'de Av" adlı ilk oyunu ile Şili Üçlemesi'ni
oluşturmaya başladı. Şili olaylarına tarihsel bir bilinç ve
sorumluluk ışığı altında bakan Asena, aynı zamanda dram
sanatının kökeninde yatan eski-yeni çatışmasını da göz ardı
etmeden, her üç oyununda da, aydının her koşulda sahip olması
gereken yükümlülüğü irdelemiştir." (12)
Kitapla
ilgili bir tanıtım tiyatro.net üzerinde de bulunuyor:
"Orhan
Asena'nın Şili Üçlemesi diye adlandırdığı bu kitaptaki üç
oyunu, seçimle iktidara gelmiş Allende'yi deviren Şili'deki askeri
darbe ile ilgili.
Şili'de
Av, Pinochet tarafından Allende iktidarının devrildiği gün küçük
bir kilise rahibinin evinde, dışardaki insan avından kaçan yedi
gencin hesaplaşma, tartışma ve çatışmalarının evrensel
boyutlu öyküsü.
Ölü
Kentin Nabzı, 1977'de Pinochet'in baskı rejimine gizliden gizliye
başlayan bir karşı koyma eylemini sezinleyen yazarın, böyle
olası bir direniş hareketini anlatan oyunu.
Bir
Başkana Ağıt, 11 Eylül darbe gecesi Başkanlık Sarayı'nda
Allende'nin yaşadığı gerilimli saatleri anlatıyor. Şili'de
darbenin yapıldığı gün, 11 Eylül 1973'de, darbeciler tarafından
35.000'i aşkın kişi öldürüldü. Bu darbe sırasında
Cumhurbaşkanı Allende de, Başkanlık Sarayına saldıran
Pinochet'in askerleri tarafından, kahramanca direnişine rağmen
katledilmişti. Bir Başkana Ağıt, bu çağdaş trajediyi gerçekçi
ve belgesel biçimde, yer yer şiirsel bir anlatımla veriyor.
Çağımızın faşist darbelerinden birine tanıklık eden oyun, bu
yapısıyla, evrensel bir temayı da sergilemiş oluyor." (13)
Orhan
Asena Oyun yazarı, şair, çocuk hastalıkları uzmanı, 1950
sonrası Türk tiyatrosunun en önemli yazarlarından birisi olarak
tanıtılıyor, daha çok tarihi konuları ele alan eserler verdiği,
çok üretken bir oyun yazarı olduğu, “Türk tiyatrosunun
Shakespeare’i” olarak anıldığı belirtiliyor. 1922’de
Diyarbakır’da dünyaya gelmiş. Çocuk yaşlarda şiir ve öykü
yazmaya başlamış.
İlk
tiyatro çalışmalarını lise yıllarında yapmış. İstanbul
Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirmiş. Anadolu'da hekim olarak
çalışmış. 12 Mart döneminde Almanya’ya yerleşmek zorunda
kalmış. İlk oyunu Tanrılar ve İnsanlar - Gılgamış, 1954-1955
tiyatro sezonunda Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiş ve
1959'da da kitap olarak yayımlanmış. 1960 yılında TDK tiyatro
ödülü alan bu
yapıt
İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça, İtalyanca
dillerine çevrilmiş. (14)
Dostlar
Tiyatrosu'nun 1973-1974 yıllarında sahnelediği Şili'de Av oyunu,
1975'te Tiyatro Dergisi Yılın Oyunu ödülü almış. (15)
....
Victor Jara
Bilim,
doğanın sesini izleyerek onu anlıyor, bulgularıyla insana
inanılmaz güçler kazandırıyor. Sanat, insanın ve toplumun
çığlıklarını dinliyor, en can yakıcı olanlarını bunların
unutulmaması, bir daha yaşanmaması için anlatmanın yollarını
buluyor. Şili'deki acımasız insan avlarının öyküleri, Victor
Jara'nın şarkılarının yürek yakan tonları evrenin
derinliklerine sinmiş mi, duyulabiliyor mu? Şili'deki Pravda
muhabiri Vladimir Çernisev, Jara'nın son anlarını şöyle
anlatıyormuş:
“Victor
Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı
yoldaşı, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı
söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma
tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir
subayın emri ile askerler Victor'un ellerini kırdılar. Artık
gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü.
Bir dipçikle
kafasını
parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip
tribünlerin önüne astılar." (16)
....
Nihal Yeğinobalı
Ruhlar
Evi'ni Nihal Yeğinobalı çevirmiş.
Nihal
Yeğinobalı orta ve lise öğrenimini şimdiki adı Robert Kolej
olan Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nde tamamlamış. Daha sonra
ABD'ye giderek New York Eyalet Üniversitesi'nde edebiyat öğrenimi
görmüş. Usta bir çevirmen olarak sayısız klasik ve çağdaş
edebiyatçıyı, romanları ve öyküleriyle dilimize kazandırmış.
Genç Kızlar adlı ilk romanını Vincent Ewing adlı ABD'li bir
yazardan çeviri olduğunu söyleyerek yayımlatabilmiş. Bu kitap,
çeviri bir kitap kandırmacasıyla yıllarca yeni basımlar yapmış.
Daha sonra Mazi Kalbimde Bir Yaradır adlı ikinci romanı
yayımlanmış. Üçüncü romanı olan Sitem de büyük bir ilgiyle
karşılanmış.
Cumhuriyet Çocuğu,
yazarın kendi yaşam öyküsüymüş. (17) Özgeçmişinde, "“Gelin
olmayacağım, öğretmen olacağım” diye tutturduğu aktarılıyor.
(18)
....
Ruhlar Evi |
Ruhlar
Evi, on dört bölüm ve bir sonsözden oluşuyor. Kitapta bölüm
başlıklarını veren bir liste yok. Şöyle bir liste yapılabilir:
1. Güzeller Güzeli Rosa
2. Üç Maria'lar
3. Gaibi Gören Clara
4. Ruhların Çağı
5. Aşıklar
6. Öç
7. Kardeşler
8. Kont
9. Küçük Alba
10. Gerileme Dönemi
11. Uyanış
12. Komplo
13. Terör
14. Gerçeğin Saati
Sonsöz
Her
bölüm öykünün üç beyazının ve Şili'nin yakın tarihinin
belirli kesitlerine karşılık geliyor.
Kitabın ilk sayfasında konu aldığı dönem ve kurgusuyla ilgili ipuçları veriliyor:
"Sonradan,
dilsizlik döneminde, önemsiz olayları da kaydedecekti, elli yıl
sonra benim geçmişe el koymak ve kendi ürkülerimi yenmek amacıyla
onun defterlerinden yararlanacağımı aklından bile
geçirmeyecekti." (19)
Clara'nın
babası Severo del Valle "bir dinsiz ve mason", annesi
Nivea "Tanrıyla aracısız alışveriş etmeyi yeğlerdi"
sözleriyle tanıtılıyor. (20) Bölüme adını veren Rosa "garip
güzelliğinde annesinin bile ayrımlamadan edemediği tedirgin edici
bir şeyler vardı" (21), kitabın önemli karakteri Esteban
Trueba "Rosa nişanlısı Esteban Trueba'yı pek az düşünürdü,
sevmediği için değil de unutkanlığından" (22), Clara'nın
dadısı "onun doğumuna yardım etmişti ve tuhaflıklarını
gerçekten anlayan tek kişiydi" (23), Nivea'nın kardeşi
Marcos "Marcos'u daha önce bir kez daha gömmüştü" (24)
sözleriyle beliriyor. Marcos'un uçuş gösterisini görmek için
toplanan kalabalık "Hiçbir politik toplantı böylesine çok
sayıda insan çekemeyecekti, ta ki yarım yüzyıl sonra, ilk
Marksist aday, tam anlamıyla demokratik yollardan Başkan olmaya
kalkışıncaya kadar" (25) diyerek betimleniyor. Esteban
Trueba'nın öyküsünün bazı bölümleri kendi sesinden
anlatılıyor:
"Zor
zamanlardı bunlar. Yirmi beş yaşlarımdaydım, gelgelelim
geleceğimi kurup istediğim konuma ulaşabilmek için önümde çok
az zamanım kalmış gibi geliyordu. Hayvanlar gibi çalışıyordum.
Kendi isteğimle değil de pazar günlerinin boşluğu yüzünden
fazla oturup dinlendiğim sıralarda hayatımdan değerli dakikalar
yitiriyormuşum gibi bir duyguya kapılırdım: çalışmasız geçen
her dakika Rosa'dan uzak geçen yeni bir yüzyıldı." (26)
Ablası
Ferula öyküye "Ablam Ferula da del Valle'lerin dedeleriyle
bizimkiler arasında uzak bağlantılar bularak ve kilise
çıkışlarında her fırsattan yararlanıp onları selamlayarak
benim onlara yaklaşmama yardımcı oldu" sözleriyle giriyor.
(27)
Kitapta
önemli bir yeri olan büyük çiftliğin adı Esteban'ın ablası
Ferula'yla konuşmasında geçiyor:
"Sanırım
kent dışına gideceğim, belki de Tres Marias'a."
"Orası
harabe halinde, Esteban. Oldum olası söyledim sana, en iyisi
orasını satmak diye, ama ne yapalım, sende katır inadı var."
(28)
Esteban
ve Ferula'nın babaları "Babaları Trueba, anneleri Dona
Ester'in yaşantısında üzücü bir kazadan başka bir şey
değildi. Dona Ester kendi sınıfından biriyle evlenecekken bu işe
yaramaz ilk kuşak göçmenine delice gönül vermişti" (29)
sözleriyle tanıtılıyor.
Esteban
Trueba, Tres Marias'a gidiyor ve kendisiyle aynı yaşlarda olması
gereken, ama daha yaşlı gösteren Pedro Segundo Garcia ile
tanışıyor. (30) Yaptıklarını sonradan şöyle özetliyor:
"İyi
bir patron olmadığıma kimse inandıramaz beni. Tres Marias'ı o
çökmüş haliyle, bir de şimdi, örnek bir çiftlik durumundayken
gören herkes bana hak vermek zorundadır. İşte bu yüzden kız
torunumun sınıf çatışması dediği teraneyi benimseyemiyorum.
Çünkü aslını ararsanız o zavallı, yoksul köylüler bugün,
elli yıl öncesinden çok daha kötü durumdalar. Ben baba gibiydim
onlara. Toprak reformu işleri herkes için berbat etti." (31)
Çiftlik
yaşamındaki yalnızlığı Esteban'ın "battaniyelerin pek
ağır, çarşaflarınsa pek hafif geldiği zor geceler"
geçirmeye başlamasına neden oluyor. Sağduyusu ona bir kadın
bulması gerektiğini söylüyor. (32) Seçimini yapıyor. "Kızın
adı Pancha Garcia, yaşı on beşti." Onu aramaya çıkıyor.
Kızı belinden kavrıyor, hayvansı bir ıhlamayla kaldırıyor,
önüne, eyerin üstüne oturtuyor. Kız karşı koymuyor. Irmağa
yöneliyor, hiç konuşmadan yere iniyorlar. Esteban üstündekileri
çıkarmadan yabanılca saldırıyor kıza. Pancha Garcia kendini
savunmak için çaba harcamıyor. "Ondan önce annesi,
annesinden önce de ninesi bu yazgının kurbanı olmuşlardı."
O gece Esteban düşlerinde Rosa'yı görmeden uyuyor. Ertesi sabah
hayat dolu uyanıyor. (33)
Esteban
Trueba çiftliğini geliştirip yörenin en saygın patronu olurken
"çevresine uygarlık getirdiği bahanesiyle vicdanını"
susturuyor. Doğru dürüst ücret vermesi söylendiğinde bu sözleri
dinlemiyor, "Komünistlik kokuyor", "Oy hakkı
verirsen bunlar komünistleri bile seçebilirler" diyor. Bir
yandan da "sanki büyü yoluyla yerden biten piçler"
çoğalıyor. "Bir kızı tarlada yere yatırmasıyla gebe
bırakması bir oluyor." Avrupa'daki savaş sona eriyor. Seçim
yılında "kendi memleketlerindeki açlıktan kaçan, sürülü
tarlalarda çürüyen ölülerin görüntüsüyle bomba
gümbürtüsünden serseme dönmüş, uyurgezer bir kıyıya çıkan
göçmenlerle dolu gemiler" bozguncu fikirler getiriyor. Yukarı
sınıflar konumlarını tehdit eden tehlikenin ayırdına
varmıyorlar. Bu durum "Zenginler çarliston havası, yepyeni
caz ritimleri, fokstrot müziğiyle ve harikulade ayıp sözlü zenci
cumbias'larla dansederek eğleniyorlardı. Avrupa'ya yapılan gemi
yolculukları dört savaş yılı boyunca durduktan sonra gene
başlamıştı. Hele Kuzey Amerika'ya gitmek şimdi günün
modasıydı" sözleriyle anlatılıyor. (34)
Esteban
Treuba'ya borçlanan ve borcunu yıllar sonra beklenmedik bir biçimde
ödeyen Transito Soto, toprak sahiplerinin akşamları uğradıkları
Kırmızı Fener'in en güzel dansedeni, sarhoşların saldırılarına
en iyi karşı koyanı olarak "yorulmak bilmez, hiç yakınmazdı.
Sanki Tibet'lilerin hünerine sahipti de o sıska, yeni yetme
vücudunu müşterinin kollarına bırakırken ruhunu uzaklarda
bir
yere uçurabilirdi" sözleriyle tanıtılıyor. (35)
"Konuşmanın
anlamsız ve gereksiz olduğuna karar verip kendini sessizliğin
içine kilitlediğinde Clara on yaşındaydı." Clara'nın
Esteban'ın öyküsüne ağırlıklı olarak girdiği bölüm böyle
başlıyor. (36) "Küçük Clara durmadan okuyordu. Ayrım
tanımayan bir kitap sevgisi vardı. Marcos Dayısının o sihirli
sandıklarındaki büyülü kitapları sevdiği kadar babasının
çalışma odasındaki Liberal Parti belgelerini okumayı da
seviyordu" sözleriyle tanıtılıyor. (37) Esteban yeni bir
yaşam kuruyor. "Esteban tuğla ustalarından, marangozlardan,
su tesisatçılarınan bir takım tuttu ve onları işe koşarak
düşünebildiği en büyük, en güneşli, en sağlam evi yaptırmaya
başladı. Bu ev bin yıl dayanacak ve yasal Trueba'lardan oluşan
verimli bir soyu barındıracaktı." (38) İkinci
beyaz Blanca "Çoğu çocukların daha kıçlarında bezle
dolaştıkları yaşta Blanca zeki bir cüceyi andırıyordu"
sözleriyle sahneye çıkıyor. (39) Pedro Tercero Garcia için de
"Orada duran, Blanca yaşlarında, burnu sümüklü oğlan
çocuğunu kimse ayrımlamadı. Çocuğun çıplak karnı parazitler
yüzünden şişti ve dünyaya ihtiyar bir adamın bakışıyla bakan
çok güzel, kapkara gözleri
vardı. Bu, kahyanın oğluydu; adına, babasıyla dedesinden ayırt
edilsin diye Pedro Tercero Garcia demişlerdi" deniyor. (40)
"İkizlerin
doğumundan sonra Clara kendini çarçabuk toparladı. Çocukların
bakımını görümcesiyle Dadı'ya bırakmıştı." (41)
Yaşamları böyle başlayan Jaime ve Nicolas o günlerde yaygın
olan "büyüyüp erkek olmalıyız" inancına bağlı
olarak güçlü ve acımasız davranıyor, kuyruklarını koparmak
için kertenkelelerin peşinde koşuyor, yarıştırmak için fare
avlıyor, kanatlarındaki tozları
silmek
için kelebek tutuyorlar. (42)
Pedro
Tercero Garcia'nın düşünceleri "Tres Marias'ta adaletten
konuştuğu bir gerçekti. Yakalandığı zaman babasından yediği
dayaklara karşın efendiye karşı gelmeyi göze alabilen tek köylü
oydu. Çocukluğundan beri gizlice kasabaya giderek ödünç kitap
alır, gazete okur, okuldaki öğretmenle konuşurdu. Bu öğretmen
yıllar sonra iki gözünün arasına yiyeceği bir kurşunla vurulup
ölecek
olan ateşli bir komünistti. Delikanlı aynı zamanda geceleri
gizlice San Lucas'taki bara giderek bir takım sendika liderleriyle
buluşuyordu" sözleriyle aktarılıyor. Blanca'yla çocukluktan
başlayan yakınlıkları anlatılıyor. (43) Bir gün Blanca, Pedro
kendisinden kaçıp uzaklaşınca güceniyor. Aynanın karşısına
geçip geceliğini çıkarıyor, vücudunu ayrıntılarıyla
inceliyor.
Arkadaşının
bu değişimler yüzünden uzaklaştığını anlıyor. (44) Yazı,
"onları hala avucunda tutan çocuklukla kadın ve erkek yapacak
olan uyanma çağının arasında bocalayarak" geçiriyorlar.
Henüz öyle masumlar ki "eskisi gibi hiç merak duymadan
soyunup ırmakta çırılçıplak yüzebiliyorlar." (45) "Bu
geçen üç ay süresinde birbirlerini, ömür boyu yakalarını
bırakmayacak bir ateşle,
kendilerinden
geçercesine sevmeyi" öğreniyorlar. (46)
Kont
Jean de Satigny "Ülke başkanlık seçimine hazırlanmaktaydı.
Kasabanın tutucu siyaset adamlarının bir yemeğinde Esteban Trueba
Kont Jean de Satigny'le tanıştı" girişiyle "tırnaklarını
cilalayıp gözlerine mavi renkli damla damlatan", "bütün
bilinen uygarlık kurallarına saygı" gösteren biri olarak
tanıtılıyor. (47)
İhtiyar
Pedro Garcia'nın torununun çocuğu ve patronun adını taşıyan
tek piçi Esteban Garcia'nın oğlu Esteban Garcia, başkanlık
seçimlerinden hemen önce büyük dedesinin öldüğü gün "bir
tavuğun gözüne çivi" soktuğu sahneyle beliriyor. Ninesi
Pancha Garcia'nın "Senin baban Blanca'yla Jaime ve Nicolas'ın
yerine doğsaydı Tres Marias'ın mirasçısı olur hatta canı
isterse cumhurbaşkanı bile seçilebilirdi" diye onun
çocukluğunu zehirlemeyi başardığı söyleniyor. Küçük Esteban
Garcia Esteban Trueba'dan, baştan çıkardığı ninesi Pancha'dan,
piç olan babasından, kendi değişmez yazgısından nefret ediyor.
Dedesi yere yığıldığında çivisini eline alıp tam onun da
gözüne batıracağı sırada Blanca gelerek onu kenara itiyor. (48)
Blanca'nın kocasının gizli kişiliğini ortaya vuran fotoğraflarla karşılaştığında yaşadığı şokun nedenleri "yeniyetmeliğin çalkantılarını hiç bilmemiş" olmasıyla açıklanıyor. "Yaşıtları gizliden gizliye, ateşli aşıklar ve bekâretlerini yitirmek için içleri giden bakireler üstüne yasak aşk romanları okurken o manastır bahçesindeki erik ağacının altına oturur, gözlerini yumar ve Pedro Tercero Garcia'nın şahane görüntüsünü hayalinde canlandırırdı, onu kollarında tutarken, okşayıp öper, gitarıyla ulaştığı derin uyuma onunla da ulaşırken... Kendi içgüdüleri uyanır uyanmaz doyumlandığından Blanca şehvetin başka biçimlere girebileceğini hiç düşünmemişti" deniyor. (49)
Adları
duru ve beyaz anlamına gelen kadınların üçüncüsü "Olağanüstü
minik bir yaratık, kafası hemen hemen kel, buruşuk ve uçuk
renkli, yalnızca o ışıl ışıl siyah gözlerinde insanca bir
zeka seçiliyor. Bu gözler, Alba daha beşikteyken bile yüzyılların
bilgeliğini taşıtan bir ifadeyle bakardı" ve "neredeyse
çölün orta yerinde, öğleden sonranın saat üçünde, dar
vagonlu bir trende
doğuyordu"
sözleriyle geliyor. (50)
Blanca'nın
annesi Clara, torunu Alba'nın değil Jean de Satigny'ye, kendi
ailelerinden kimseye benzemediğini fark edince gözlerini kimden
almış olabileceğini soruyor. Blanca boş bulunup babasının
gözleri diyerek açık verince Clara "Pedro Tercero Garcia,
herhalde" diyor. Bu, Alba'nın babası konusunun aile içinde
ilk ve son açılışı oluyor. (51)
Ufak
tefek belirtiler, Alba'yı görünce gözlerinde beliren pırıltı,
ona aldığı pahalı armağanlar, ağladığını duyunca kapıldığı
derin üzüntü, torununun evdeki varlığının Esteban Trueba'nın
kişiliğine kazandırdığı tatlılığı gösteriyor. O dönemde
Senatör Trueba vatanının yazgısını değiştirmeye çalışırken
karısı da sosyal yaşamın dalgalı denizlerinde ve ruhsal
yolculuğunun şaşırtıcı enginlerinde gemisini ustalıkla
yürütüyor. Clara'nın aç gezerken görüp acıyarak eve aldığı
genç bir sanatçı onun elde bulunan tek portresini çiziyor.
Sonradan bu yoksul sanatçınınn bir üstat ressam olduğu kabul
ediliyor, resimleri Londra'daki bir müzede yer alıyor. Baskı
dönemi kurbanlarını besleyebilmek için birçok kişi eşyasını
satmak zorunda kalınca sayısız sanat yapıtının da yurtdışına
çıktığı belirtiliyor. Resim şöyle betimleniyor: "Tuvalde
beyazlar giymiş orta yaşlı bir kadın görülüyor, gümüş
saçları ve trapez sanatçılarını andıran tatlı bakışlarıyla
bir salıncaklı koltuğa oturmuş, koltuk da yerden hemen yukarda,
havada duruyor, çiçekli perdelerle başaşağı uçan bir vazonun
arasında. Şişman bir kara kedi de kalantor bir beyefendi edasıyla
bu sahneyi
seyretmekte.
Kataloga göre Chagall'ın etkisi ama değil. Resim, sanatçının
Clara'nın evinde tanık olduğu realiteyi olduğu gibi yakalamış."
(52)
Alba
okula gitmiyor. Anneannesi, onun kadar yıldızı barışık ve
kısmetli birinin okuma yazma dışında hiçbir şey bilmesine gerek
olmadığını, bunları da evde öğrenebileceğini düşünüyor.
Alba beş yaşındayken kahvaltı masasında gazeteleri okumaya ve
haberleri dedesiyle tartışmaya başlıyor. Altı yaşındayken
büyük dayısı Marcos'un sihirli sandıklarındaki büyülü
kitaplarını keşfediyor ve
imgelerin
dönüşü olmayan dünyasına tümüyle giriyor. (53)
İki
dayısıyla da ilişkisi çok yakın oluyor ama gözdesi Nicolas
değil Jaime. Onun kitap tünelinin anahtarı ve kitapları çıkarıp
okuma izni yalnız Alba'ya veriliyor. Senatör Trueba ne zaman küçük
Alba'nın Jaime dayısının tıp kitapçıklarını okuduğunu görse
"Bu çocuk zır deli mor budala olup çıkacak sonunda!"
diyor. (54)
Trueba
yılda iki kez torununu alıp Tres Marias'a gidiyor, orada torunuyla
geçirdiği dakikaları tüm hayatının en mutlu dakikaları olarak
anımsıyor. (55)
Bir
gün annesi Blanca Alba'ya ünlü birisi olduğunu söyleyip "Sesini
radyoda dinliyorsun" diyerek şarkıcı Pedro Tercero'yla
tanıştırıyor. Alba, Japon bahçelerinde tanıdığı adamın
şarkılarını radyoda dinlemeyi çok seviyor. Bir gün dedesi
Senatör Trueba kilere gelip radyodaki sesi duyunca bastonuyla aygıtı
parça parça ediyor. (56)
Trueba,
torunu Alba kiracı köylülerin neden mülkün sahibi olmadığını
sorunca gürlüyor, "Jaime dayın kafana Bolşevik fikirleri
sokuyor senin!" diyerek gürlüyor. (57)
Küçük
bir çocukken Alba, Esteban Garcia'yla karşılaşıyor. Delikanlı
bu küçük kız çocuğundan neredeyse Trueba'dan nefret ettiği
kadar nefret ediyor, Alba'nın onun hiçbir zaman elde edemeyeceği,
olamayacağı şeyleri simgelediğini düşünüyor. İçinden onu
incitmek, kırıp ortadan kaldırmak geliyor ama bir yandan da
yumuşak tenini elinin altında bulundurmak istiyor. Dizlerini
okşuyor, gözlerini yumuup bir eliyle çocuğun boynunu tutuyor,
parmaklarını belli belirsiz sıkıyor, çocuk öyle minicik ki onu
kolayca boğabileceğini algılıyor, bunu yapmayı çok istiyor,
şiddetli bir şehvet depreşmesi içinde, öbür elini çocuğun
eteğinin altına sokarak parmaklarını bacağının yukarısına
doğru yürütüyor, göğsü inip kalkarak soluyor, çocuğun elini
alarak kendi sertleşmiş seks
organına
bastırıyor, "Bu nedir, biliyor musun?" diye soruyor. Alba
"Senin penisin" diye yanıtlıyor. Çünkü Jaime dayısının
tıp kitaplarının resimlerinde ve arada çırılçıplak dolaşarak
Uzakdoğu egzersizleri yapan Nicolas dayısında görmüş. (58)
Alba'nın
yedinci yaş gününde anneannesi Clara tatlı bir uykuya dalar gibi
oluyor. Kendine geldiğinde Clara torununun kendi elinin içindeki
elini ayrımlayarak "Ben öleceğim, bir tanem, değil mi?"
diye soruyor. (59)
Trueba
her parlamento seçiminde yeniden senatör seçiliyor. Tek tutkusu
halk arasında yayılmaya başlayan "Marksist kanser"
dediği şeyi tepelemek. "Hangi taşı kaldırsan altından bir
komünist çıkıyor!" diyor ama ona kimse, komünistler bile
inanmıyor, her baktığı yerde tehlike gören Albay Hurtado bile
komünistleri tehlike saymıyor. Trueba sorunun yalnızca komünistler
olmadığını,
sosyalistlerin,
radikallerin ve daha bir sürü fraksiyonun bulunduğunu söylüyor,
onun gözünde kendisinin dışındaki tüm partiler Marksist olmaya
aday, sola "demokrasi düşmanı" adını ilk kendisi
takacak kadar akıllı. Ama yıllar sonra bunun diktatörlüğün
sloganı olacağını bilmiyor. Bu fırtınalı yıllarda Pedro
Tercero Garcia'nın o kadife sesi radyo denen mucize sayesinde
ülkenin en
uzak
köşelerine ulaşabiliyor. Tavuklarla tilkilerden çıktığı
yolunda şimdi hayat, dostluk, aşk ve devrim üstüne şarkılar
söylüyor. Yaptığı müzik çok tutuluyor. Trueba onun varlığını
gözardı ediyor, eve radyo girmesine izin vermemekte diretiyor.
Kendisi yatak odasındaki radyodan yalnızca haberleri dinliyor.
Pedro Tercero Garcia'nın kendi oğlu Jaime'nin en iyi arkadaşı
olduğundan, kızı
Blanca'nın
bavulunu alıp özürler geveleyerek çıkıp gittiğinde onunla
buluştuğundan, kimi pazar günlerinde Pedro Tercero'nun Alba'yla
kırlarda yürüyüşler yaptığından hiçbir zaman kuşkulanmıyor.
(60)
Trueba'nın
Afrodit'le karşılaşması kendi sesinden anlatılıyor:
"Ve
Afrodit odaya girdi. Saçları üç kat yüksekliğinde
kaldırılmıştı, omuzundan dizine doğru yapma üzüm salkımları
sallanıyor ve üstündeki birkaç kat tül vücudunu zarzor
örtüyordu. Transito Soto'ydu bu. O panayır tülleriyle tatsız
üzümlerin yanısıra belirgin bir mitolojik görünüme
bürünmüştü."
"Orospularla
eşcinsellerin, olağanüstü başarıya ulaşmış olan
kooperatifini anlattı bana. Elele vererek Christopher Columbus'u o
sözümona Fransız madamın sürüklediği yıkıntıdan
kurtarmışlar ve toplumda yeri olan bir olay, ünlü denizcilerin
arasından kulaktan kulağa gezerek en uzak denizlere ulaşan bir
tarihsel anıt durumuna yükseltmişlerdi."
"Transito
üstündeki son tül parçasını da çıkardı ve o şahane
çıplaklığı beni öylesine etkiledi ki o saat ölümcül bir
yorgunluk duydum."
"Vücudunu
öpücüklere boğmaya başladım; kokusunu içime sindirerek
dudaklarımı bastırdıkça, dilimi dolaştırdıkça yüreğimdeki
acıyı da, yılların ağır yükünü de unutmuştum."
"Şehvetim
eski zamanlardaki gücüyle geri geldi; öpüşlerimi, okşayışlarımı
kesmeden sırtımdakileri delice çekip çıkardım."
"Bir
an Transito Soto'nun her zaman gereksindiğim kadın olduğu üstüne
bir düşlem kurdum; onu yanıma alırsam eskiye, gürbüz bir köylü
kadını kaldırıp atımın terkisine çektiğim ve zorla sazların
arasına sürükleyebildiğim günlere geri dönebilecektim sanki."
"
'Clara...' diye mırıldandım hiç düşünmeden ve yanağımdan
aşağı bir yaş yuvarlandı, sonra bir daha, bir daha ve sonunda
bir keder sağanağı, bir hıçkırık seli, bir özlem ve üzgü
boğuntusu olup çıktı." (61)
Miguel,
Alba'nın dünyasına "hukuk fakültesinin son sınıfında
solgun benizli, gözleri hummalı bir öğrenci", ihtirasların
en gem vurulmazı olan adalet ateşiyle tutuşan" solcu bir
lider olarak giriyor. Gözleri kamaşarak birbirlerine
bakakalıyorlar, o dakikadan sonra yakındaki parkın yapraklı
yollarında buluşmak için her fırsattan yararlanır oluyorlar.
Alba, Esteban Trueba'nın torunu olduğunu
söylememeye karar veriyor, öte yandan öğrenciler arasında çok
sevilen Pedro Tercero'yla ve küçükken dizlerinde oturduğu, şimdi
her dilde tanınan ve şiirleri slogan niyetine duvarlara yazılan
Şair'le dost olduğunu söyleyip övünebileceğini düşünüyor.
Miguel devrimden konuşuyor. Alba politaya meraklı olmasa da
üniversitede ondan kaçınmak olanaksız. Bütün öğrenciler gibi
kafelerde sabahlara dek süren toplantıların tadını alıyor.
Dünyada yapılması gereken değişiklikleri konuşuyor,
birbirlerinden fikirlerin ateşini kapıyorlar. Alba zamanı gelince
yüce bir dava için canını vereceğinden emin. Bir gün, grev
yapan işçilerle dayanışma için üniversitede bir binayı işgal
eden öğrencilerin arasına o da karışıyor, herhangi bir
ideolojik inanç değil, Miguel'e aşkı uğruna.
Günlerce
binada üsleniyorlar. Olup bitenler savaştan çok oyun gibi. İlk
gün barikat kurmak, o masum savunmalarını örgütlemek, pankart
yazmak ve telefonda konuşmak işlerine kendilerini öyle
kaptırıyorlar ki polis sularıyla elektriklerini kesince
kaygılanmak akıllarına gelmiyor. Miguel eylemin can damarı
oluyor, sakat bacaklarına karşın en sona dek yanlarında kalan
hocaları Sebastian Gomez de onları destekliyor. (62)
"Komplo"
bölümü, "Tıpkı Aday'ın önceden bilmiş olduğu gibi,
Başkanlık seçimlerini soldaki öbür partilerle birleşen
Sosyalistler kazandı" girişiyle başlıyor, her zaman
kazananların seçimden önceki haftaları zafer hazırlıklarıyla
geçirdiği, Senatör Trueba'nın zafer beklentisiyle katıksız yas
siyahını bozup yakasına kırmızı bir gül taktığı
anlatılıyor. Belirginleşen sonuçları ancak bir mucizenin
değiştirebileceği görülünce Yukarı Semt'in o beyaz, mavi, sarı
evlerinde panjurlar indiriliyor, kapılar sürgüleniyor, kendi
adaylarının balkondan asılmış portreleriyle bayraklar çarçabuk
kaldırılıyor. Bu arada gecekondu mahalleleriyle işçi semtlerinde
hemen herkes bayramlık giysileriyle sokağa dökülüp neşe içinde
kent merkezine doğru ilerliyor. Gece yarısında kazanan ilan
ediliyor, kutlamalar başlıyor:
"Göz
açıp kapayana dek dağınık gruplar büyüdü, kabardı, taştı
ve sokaklar zıplayıp sıçrayani bağrışan, kucaklaşıp
kahkahalarla gülen coşkulu insanlarla doldu."
"Görülmedik
bir manzaraydı bu: sıradan vatandaşlar -kalın tabanlı iş
kunduralarıyla fabrika işçileri, kucakları bebeli kadınlar,
ceketsiz öğrenciler- eskiden kırk yılda bir girdikleri ve tamamen
yabancısı oldukları o zenginlere özgü semtte serinkanlılıkla
yürüyorlardı. Şarkılarının yankısı, ayak sesleri,
meşalelerinin parıltısı panjurları kapanmış sessiz evlerin
içine sızıyordu. Burada kendi terör kehanetlerine inanmış
insanlar her an halk yığınlarınca lokma lokma doğranmayı, ya da
şansları varsa varları yokları ellerinden alınarak Sibirya'ya
yollanmayı bekleyerek korku içinde titreşiyorlardı. Gelgelelim
ortada onların kapılarını kıran, çiçek yataklarını ezip
kükreyen bir kalabalık yoktu."
"Ahali
sevinçten kendilerinden geçmiş durumda bütün gece yürüdü.
Zenginlerin evlerindeyse şampanyalar açılmadan kaldı, ıstakozlar
gümüş tepsiler üzerinde unutuldu, pastalara sinekler düştü."
(63)
Darbe
sonrası içinse şunlar söylenmiş:
"Askeri
yönetim bir kalem vuruşuyla dünya tarihini değiştirdi, rejimin
hoş görmediği kaç olay,ideoloji ve kişi varsa hepsini sildi.
Haritaları yeniden düzenlediler, çünkü Kuzeyin tepede, sevgili
anavatandan uzaklarda olmasına hiçbir nedence yoktu; aşağıya
yerleştirilirse göze daha hoş görünürdü. Yetkililer elleri
değmişken uçsuz bucaksız kıyı suları da çizdiler,"
"İlkin
yalnızca basın yayını kapsayan sansür çok geçmeden kitapları,
şarkı sözlerini, film senaryolarını içine almaya başladı.
Askeri emirle yasaklanan sözcükler bile vardı, companero sözcüğü
gibi. Resmen yasaklanmamış olmakla birlikte ağıza alınamayan
sözcükler de vardı, özgürlük gibi, adalet ve sendika gibi.
Bunca faşistin bir gecede nereden bittiğine Alba şaşıp
kalıyordu, çünkü ülkenin uzun demokratik tarihinde faşistler
daha önce pek göze çarpmamışlar ve ülke yaşamında hiçbir
zaman önemli bir rol oynamamışlardı."
"Birçok
öğretim üyeleri, siyasi polisin elindeki bir karaliste uyarınca
işten atılmış, tutuklanmış, ya da ortadan yitip gitmişlerdi."
(64)
"Şair
deniz kıyısındaki evinde ölüyordu. Sağlığı epeydir bozuktu
ve son olaylar onun yaşama arzusunu tüketmişti. Askerler kapısını
kırıp evine girmişler, kaçak silah ve komünist aramak
bahanesiyle onun salyangoz koleksiyonunu, deniz kabuklarını,
kelebeklerini, şişelerini, yedi denizden bulup getirmiş olduğu
gemi süslerini, kitaplarını, tablolarını, bitmemiş şiirlerini
yağmalamaya girişmişlerdi, öyle ki göğsünün içinde çarpan
şair yüreği teklemeye başlamıştı. Onu başkente götürdüler,
şair dört gün sonra burada öldü. Yaşama türkü söylemiş olan
bu adamın son sözleri, "Onları vuracaklar! Onları
vuracaklar!" oldu. Ölüm saatinde dostlarının hiçbiri
başucuna gelemedi: hepsi kaçak, sürgün ya da ölüydüler.
Sırttaki mavi evi yarı harabe durumundaydı, zemini yakılmış,
pencereleri kırılmış. Bu, komşuların dediği gibi askerlerin
işi miydi, yoksa askerlerin dediği gibi komşuların işi miydi,
kimse bilmiyordu. Dünyanın her köşesinden cenazesinde bulunmak
üzere gelen gazetecilerin yanında gelmek yiğitliğini gösteren
bir avuç insanın katılımıyla cenaze töreni yapıldı. Senatör
Trueba ideolojik yönden onun düşmanıydı, ne var ki onu çok zaman
evinde ağırlamıştı ve şiirlerini ezbere biliyordu. Yanında
torunu Alba'yla tepeden tırnağa siyahlar giymiş olarak törene
katıldı."
"Sessizlik
içinde yürüyorlardı. Birden birisi boğuk bir sesle Şair'in
adını çağırdı ve herkes bir ağızdan yanıtladı: 'Burda!
Şimdi ve her zaman!' Sanki bir sübap açılmış ve o günlerin
olanca acısı, korku ve öfkesi oradakilerin bağırlarından kopup
sokağa dökülerek müthiş bir haykırışla kapkara bulutlara
yükselmişti. Bir başkası 'Companero Başkan!' diye bağırdı ve
hep bir ağızdan yas
tutanların
vaveylasıyla yanıtladılar: 'Burada! Şimdi ve her zaman!' Şairin
cenaze töreni özgürlüğün simgesel törenine dönüşmüştü."
"Alba,
'Yaşamasını bildiği gibi ölmesini de bildi!' diye karşılık
verdi." (65)
Kitap
Alba'nın öyküsüyle sonlanıyor:
"Alba
korkuyordu. Nicolas Dayısının öğretilerini, korkudan korkmak
konusundaki uyarılarını anımsadı: aklını, vücudunun
titremesini denetleme ve ona kadar gelen ürkünç seslere
kulaklarını kapama çabasında topladı. Miguel'le geçirdiği en
mutlu zamanları gözünde canlandırmaya çalıştı; zamandan
baskın çıkmak, kendini beklediğini bildiği şeye karşı
hazırlıklı olmak istiyordu."
"Acımasız
bir tokat onu yere yıktı, hırpalayan eller yerden kaldırdı.
Yırtıcı parmaklar memelerini kavrayarak meme uçlarını ezmeye
başladı. Alba korkuya tümden yenik düşmüştü." (66)
"O
gece Alba onun ilk olarak, acısını bastırmak için battaniyeyi
yüzüne örtüp ağladığını duydu. Gidip onu kucakladı,
pışpışlayarak gözlerini kuruladı. Düşünebildiği bütün
şefkat sözcüklerini söyledi ona, gelgelelim o gece Ana Diaz'ın
avunması olanaksızdı."
"Erkeklerin
her geçişinde Ana'yla Alba umarsızlıklarının verdiği güçle
şarkıya başlıyorlardı ve öbür hücrelerden de kadın sesleri
yükseliyordu." (67)
"Alba
ninesinin sözünü dinlemeye yeltendi, ne var ki kafasında not
tutmaya başlar başlamaz hücre öyküsündeki kişilerle dolup
taşmaya başladı."
"Alba
onların söylediklerini yıldırım hızıyla not ediyordu ama
umutsuzluk içindeydi çünkü o bir sayfayı doldururken bir önceki
sayfa siliniyordu." (68)
"Bütün
gece oturup konuştuk. Ülkemizin yetiştirdiği çilekeş,
dayanıklı, pratik kadınlardan biriydi: hani hayatından geçen her
erkekten bir çocuk edinir, üstüne üstelik başkalarının
terkettiği çocukları, kendi yoksul akrabalarını da evine alır,
ihtiyacı olanan ana, kardeş, teyze olur, birçok yaşamların
ortadireği olan, büyüttüğü çocukların kendini bırakıp
gitmelerine izin veren bir kadın; erkeklerinin de gitmesine izin
verir, tek bir sitem etmeden, çünkü tasalanacak daha önemli
konuları vardır." (69)
"Benim
dedem onun ninesi Pancha Garcia'yı ırmak boyundaki sazların
arasında yere yıktığı gün olaylar zincirine yeni bir halka
ekledi ki bu zincirin kendi kendini tamamlaması kaçınılmazdı."
(70)
....
Kitap
Arkası adıyla başladığım bu yazılardaki ilk yapıt Homeros'un
İlyada'sıydı. (71, 72) İkincisi Isabelle Allende'nin Ruhlar Evi
oldu. Sıralamaları rastlantılar belirliyor. Ancak bu kitabın
tarihin dönüm noktalarından biriyle ilgili ve önemli olduğunu,
uluslarası ekonomik sistemdeki çürümenin başlangıcı olarak
değerlendirilebilecek bir kesitle ilgili ipuçları verdiğini
düşünüyorum. Seçimle yönetime gelen bir başkanın, çıkarlarına
ters düştüğü için egemen güçlerce kanlı bir bir askeri
darbeyle devrilip öldürtülmesi, demokrasi ve serbestlik
iddiasındaki kapitalist dünyanın tüm değerleriyle birlikte
aslında kendisini de reddetmesi anlamına geliyordu. Bunun yarattığı
çöküş hızlı oldu, yaraları da sarılamadı. Bundan sonra
sarılması da kolay değil.
1.
Isabel Allende, Ruhlar Evi, Türkçesi Nihal Yeğinobalı, Can
Yayınları, 1995.
4.
Isabel Allende Biography,
http://ia-site.s3-website-us-west-1.amazonaws.com/cont/other/Bio_Isabel_Summary-en.pdf?r=d90be3ed
12.
Orhan Asena, Toplu Oyunları-1 Şili'de Av / Bir Başkana Ağıt /
Ölü Kentin Nabzı,
http://kitap.antoloji.com/toplu-oyunlari-1-sili-de-av-bir-baskana-agit-olu-kentin-nabzi-kitabi/
13.
Orhan Asena, Toplu Oyunları-1 Şili'de Av / Bir Başkana Ağıt /
Ölü Kentin Nabzı,
19.
Ruhlar Evi, Sayfa 7
20.
Ruhlar Evi, Sayfa 9
21.
Ruhlar Evi, Sayfa 10
22.
Ruhlar Evi, Sayfa 11
23.
Ruhlar Evi, Sayfa 14
24.
Ruhlar Evi, Sayfa 15
25.
Ruhlar Evi, Sayfa 19
26.
Ruhlar Evi, Sayfa 26
27.
Ruhlar Evi, Sayfa 29
28.
Ruhlar Evi, Sayfa 49
29.
Ruhlar Evi, Sayfa 50
30.
Ruhlar Evi, Sayfa 55
31.
Ruhlar Evi, Sayfa 56
32.
Ruhlar Evi, Sayfa 60
33.
Ruhlar Evi, Sayfa 61-62
34.
Ruhlar Evi, Sayfa 67-72
35.
Ruhlar Evi, Sayfa 73
36.
Ruhlar Evi, Sayfa 77
37.
Ruhlar Evi, Sayfa 79
38.
Ruhlar Evi, Sayfa 95
39.
Ruhlar Evi, Sayfa 107
40.
Ruhlar Evi, Sayfa 108
41.
Ruhlar Evi, Sayfa 127
42.
Ruhlar Evi, Sayfa 131
43.
Ruhlar Evi, Sayfa 140
44.
Ruhlar Evi, Sayfa 147
45.
Ruhlar Evi, Sayfa 149
46.
Ruhlar Evi, Sayfa 150
47.
Ruhlar Evi, Sayfa 182
48.
Ruhlar Evi, Sayfa 189-190
49.
Ruhlar Evi, Sayfa 258
50.
Ruhlar Evi, Sayfa 261
51.
Ruhlar Evi, Sayfa 263
52.
Ruhlar Evi, Sayfa 265-266
53.
Ruhlar Evi, Sayfa 267
54.
Ruhlar Evi, Sayfa 269
55.
Ruhlar Evi, Sayfa 273
56.
Ruhlar Evi, Sayfa 276-277
57.
Ruhlar Evi, Sayfa 282
58.
Ruhlar Evi, Sayfa 284-285
59.
Ruhlar Evi, Sayfa 288-289
60.
Ruhlar Evi, Sayfa 305-308
61.
Ruhlar Evi, 313-315
62.
Ruhlar Evi, 317-319
63.
Ruhlar Evi, 337-339
64.
Ruhlar Evi, 381-382
65.
Ruhlar Evi, 385-387
66.
Ruhlar Evi, 403-404
67.
Ruhlar Evi, 410
68.
Ruhlar Evi, 412
69.
Ruhlar Evi, 428
70.
Ruhlar Evi, 430
71.
Mehmet Arat, Kitap Arkası: İlyada,
http://kitapdili.blogspot.com.tr/2014/03/homerossozlu-edebiyat-gelenegini.html
72.
Mehmet Arat, https://www.facebook.com/mehmetarat2000X
Yazınızı bir solukta okudum.Yazar ve kitap hakkında cok güzel bilgiler var.Verilen emek ve karsılıgında derlediğiniz bu bilgiler için cok tesekkür ederim.
YanıtlaSil